'Öne geçme, kendini üstün görme arzusu müstebit bir duygu'

''Birlik, beraberlik ve tesanüt içinde ayakta duran ve sağlam bir zeminde buluşanların bir tehlikeleri de şudur: Hak düşmanları, her zaman bu Hak yolcularının içinde zayıf halkalar ve zayıf karakterler ararlar. Onların işi bölmek ve parçalamak, hiç olmazsa Hizmet gönüllülerini bölük-pörçük göstermek olduğundan, bu noktalarda Hizmete taarruza yeltenirler. Dikkatli olmak gerekir.''

SHABER3.COM

Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Şevki Kıran İkinci Engel

Şevk atına binen Hizmet erinin, karşısına çıkan ikinci engel, üstünlük meylidir. Bu mâniden bahsederken Üstad şöyle diyor: “Sonra, muzahametsiz olan Hakkın hizmetinde (yani Hak davanın hizmetinde izdiham, ben öne geçeceğim diye birbirine zahmet verme gibi bir sıkıntı olmaz ama neylersin ki, onun) yerini zapt eden MEYLÜ’T-TEFEVVUK (Yani önde görünme, kendini başkasının üstünde görüp öne geçme, meyli ve arzusu) İSTİBDADI  hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürtür.”

Demek ki, bu öne geçme, önde görünme, kendini üstün görme arzusu müstebit bir duygu… İstibdatçı bir arzu ile bu duygu, Hizmet insanlarını başına vurur, bindikleri şevk atlarından yere düşürürler. Çünkü bu duyguya sahip olanların çoğu kabiliyetsiz ve hırslı insanlardır. Lâyık olmadıkları yerleri bir şekilde zapt edince, oralara gelmesi gereken yeteneklerin kolunu kanadını diktatörce kırmaya heveslenirler. İstişareye önem vermezler. Dedim, dedikçi bir havaya girerler. Dâhî bile olsalar, meşveret ve şûrânın bereketinden istifade edemezler. Kıskançlıkla insanları zora ve zarara sokarlar; insanları da ümitsizliğe sevk ederler. Bunların Hak davaların başında bulunması, büyük talihsizliktir. Çünkü enaniyetleri tahrik ederler… Evet büyüklük taslamadan herkes kendini bir seviyede er ve ırgat gibi Hak davanın hizmetinde görürken bu sefer, onbaşılık, yüzbaşılık, patronluk duyguları kaynamaya başlar. Gayr-i memnunlar peydahlanır… Velhasıl işin içinden çıkılmaz bir hal alır...

Liyakatla önde görünen ihlaslı ve sadakatlı kabiliyetler, her zaman arkadan gelenlere yol açar; onlara imkân tanır, gelişmeleri, yükselmeleri için ortam hazırlar…

Birlik, beraberlik ve tesanüt içinde ayakta duran ve sağlam bir zeminde buluşanların bir tehlikeleri de şudur: Hak düşmanları, her zaman bu Hak yolcularının içinde zayıf halkalar ve zayıf karakterler ararlar. Onların işi bölmek ve parçalamak, hiç olmazsa Hizmet gönüllülerini bölük-pörçük göstermek olduğundan, bu noktalarda Hizmete taarruza yeltenirler. Dikkatli olmak gerekir.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra küçük de olsa böyle bir kargaşaya şahit olmuştum… İhlas ve sadakatta hep önde gördüğüm mübarek bir Ağabeyim, arkadaşlarımıza: “Eğer sizin her birinizin kendimden daha önde olmasını istemiyorsam Allah kahretsin.” dedi.  Bu söylenebilecek kolay bir söz değildir. Çünkü, gerçekten, bu hususta böyle olduğumuzdan tam mutmain ve emin değilseniz, kahra mahrum kalmak gibi dünya-âhirette, iflas etmiş, bitmiş  bir zavallı olabilirsiniz. Yani, bu öyle böyle bir söz değildir. Ama arzulanan işte bu ruhtur. Bu ihlaslıların bir beklentisi yoktur; kendilerini hizmetin hep ırgatı görürler. Herkes onları, ağabey ve önlerinde rehber ve rehnüma görseler de…

Onun için Üstad Hazretleri meylü’t-teveffuk gibi kötü bir arzunun istibdat ve tahakkümüne karşı; “Siz, sırf Allah için olun, hakikatını o düşmana gönderiniz.” diyor.

Çünkü bu yol, bu meslek ve meşrep, Sahabe Efendilerimizin yoludur; ihlas yoludur. Bu yolun yolcuları maddî manevî bir makam beklentisi içinde değillerdir.

Üstad Hazretleri Yirminci Lem’ayı (İhlas Risalesini) yazdıktan sonra bir de Yirmi Birinci Lem’ayı yazdı. Onun da başına “İhlas Hakkındadır” diye yazdı. Ayrıca bir ikaz daha yazdı: “Bu lem’a, lâakal (hiç olmazsa) her onbeş günde bir defa okunmalıdır.” Aslında ihlasta hep birinci olan, Birinci Talebesi Hulusî Ağabeye verdiği bu Yirmi Birinci Lem’ayı hediye ederken, “Bak Hulusî ben önce ‘Bu Lem’a hergün okunmalıdır’ diye yazmıştım. Gördüğüm gibi bunun üzerini çizdim, her gün okuyamazdınız, diye lâakal her onbeş günde bir diye yazdım.” diyor. Bu ikinci İhlas Lem’asının yazılma sebebi, Eskişehir Hapishanesinde, hapishane içi gönderdiği mektupların satır aralarında gizli… Yani bazılarında sezdiği mâneviyatta ilerleyip makam sahibi olma arzusu… Halbuki böyle bir şey kötü bir şey değil. Üstadın bizzat kendisi Mektubat’ın Yirmi Dokuzuncu Mektub’unda Telvihât-ı Tis’a bölümünde tarikat ve tasavvufun hârika güzelliklerinden  bahsediyor. Ama İhlas’ta o mânevî makamlar da istenilmez. İşte o ihlas ruhudur ki, Ashab-ı Kiramın, İslâmî  güzellikleri doğudan batıya dünyanın her tarafına yayılmasına vesile olmuştur. Hem de İslâmiyetin, Sahabeler tarafından taşınan yerlerden geri dönmediğini biliyoruz. O çapta ihlaslı olmayan gidişlerin hep geri gelişi olmuştur. Viyana bozgununun sebebi güçsüzlükten değil; o ruhun kaybedilmesindendir. Kara Mustafa Paşa sıradan biri değildi… Ama bazılarında asıl ruh ölmüştü. Sefere çıkan ordunun içine “Nasıl olsa Viyana fethedilecek, biz de heybemizi torbamızı dolduralım, yağmadan payımızı alalım” düşüncesine sahip olanlar da karışmıştı. Ordu fetihten emindi: “Bekleyelim, kendileri teslim olsun, şehri tahrip etmeyelim” görüşü hakimdi. Yoksa, işgal anlayışı ile çok ölümler olur, çok yıkımlar meydana gelir düşüncesi baskındı. Zaten akşamları şehre girip çıkanlar vardı: Tebliğ ve temsil için değil maalesef içki almak v.s. yanlışlıklar için… Fetih bu değildir. Fetih, gönüllerin fethidir. Elâlemin mâlında, canında, köşkünde çiftliğinde gözü olmak çok başka şeydir. Adanmış ruhlar böyle denî ve süflî şeylere hiç kıymet vermezler…

Biz, süreç ile bir durum muhakemesi ve iç muhasebemizi yaparken olayları biraz da böyle değerlendirmek; Cenab-ı Hakkın ince ve derin hikmetlerini ve ikazlarını da nazara almak zorundayız.  Bu cihetten bakarsak, hakkımızda kaderin verdiği hükmün güzellik cihetini görürüz. 

<< Önceki Haber 'Öne geçme, kendini üstün görme arzusu müstebit bir duygu' Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER