'Oku, Rabbin adıyla' - 7

''Bismillâhirrahmânirrâhim, yeri göklere bağlayan nuranî bir merdivendir. Besmele’de geçen Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerinin, kâinat, Arz ve insan sîmâlarında tecellileri vardır. ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ semadan insana uzanan bir bağdır. İnsanın arşa yükselmesi için bu merdivenden tırmanması gerekmektedir. ''

SHABER3.COM

Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com
“Oku! Rabbin Adıyla” -7

Bismillah, İslâm nişanıdır. Böyle olduğunu anlatan en güzel olay, Peygamber Efendimiz’in (sav) Taif’te yaşadığı hâdisedir. Efendimiz (sav), Taif’de bir ağacın altında ızdırab içinde kanlarını silerken, Cibril (as) gelip; ‘Yâ Muhammed! Allah selâm ediyor. Habibim dilerse o zalimlerin başına dağları geçireyim’ buyuruyor. Efendimiz (sav); ‘Hayır Yâ Rabbi! Onların içinden veya gelecek nesillerinden bir tane bile Sana inanacak, Bana ümmet olacak bir kişi varsa, hayır Yâ Rabbi!’ diyor. 

Bu arada uzakta bulunan bağ sahibi müşrikler köleleri bulunan Addas ile ağaç altında dinlenen yolculara üzüm gönderirler. Addas yanlarına gelir ve ikramda bulunur. Allah Resûlü (sav) üzümü alırken Bismillâhirrahmânirrâhim  der. Bunu duyan Addas:
     
-Siz kimsiniz? ‘Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla’ diyen birisini  ilk defa duyuyorum. Efendimiz’de (sav) O’na;
- Sen kimsin? diye sorar.
-Ben Ninovalı Addas’ım. 
-Benim Yunus kardeşimin memleketindensin.
- Sen Yunus’u nerden tanıyorsun?
-O da Peygamberdi. Kavmi tarafından çok sıkıntılar yaşadı. Ben de ahir zaman Nebîsi (Hz)Muhammed’im, deyince Addas kendini Efendimiz’in kucağına atıyor,  ‘ben de seni arıyordum ‘Yâ Resûlallah!’ deyip şehâdet getiriyor.
      
Bismillâhirrahmânirrâhim, hem kuvvet hem de berekettir. Dindar bir kadın varmış. Ağzından Besmele hiç düşmezmiş. Bir şey alırken ya da koyarken, mutlaka Besmele çekermiş. Kadının bu halinden hoşlanmayan kocası, onu denemek ve biraz da azarlamak için, kendisine bir kese altın vermiş ve saklamasını tenbihlemiş. Kadın keseyi, Besmele ile sandığa koymuş. Kocası, gizlice sandıktan keseyi  alıp kuyuya atmış. Sonra kadından keseyi istemiş. Kadın Besmele ile sandığı açmış ve sular sızan altın kesesini kocasının önüne koymuş. Besmele’nin bereketi hürmetine Cenâb-ı Hak kadını mahcup etmemiş, kocasının da aklı başına gelmiş.
    
Bismillâhirrahmânirrâhim, yeri göklere bağlayan nuranî bir merdivendir. Besmele’de geçen Allah, Rahmân ve Rahîm  isimlerinin, kâinat, Arz ve insan sîmâlarında tecellileri vardır. ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ semadan insana uzanan bir bağdır. İnsanın arşa yükselmesi için bu merdivenden tırmanması gerekmektedir. 
     
Hz.Üstad’ın ifâdeleriyle; ‘Kâinat sîmâsında, arz sîmâsında ve insan sîmâsında, birbiri içinde birbirinin numûnesini gösteren üç sikke-i Rubûbiyet var: Biri; kâinatın hey’et-i mecmûasındaki teâvün, tesânüd, teânuk, tecâvübden tezâhür eden sikke-i kübrâ-i Ulûhiyettir ki, Allah ismi ona bakıyor. 
     
İkincisi; küre-i arz sîmâsında nebâtât ve hayvanâtın tedbîr ve terbiye ve idâresindeki teşâbüh, tenâsüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezâhür eden sikke-i kübrâ-i Rahmâniyettir ki,  ‘Rahmân’ ismi ona bakıyor. 
      
Sonra, insanın mâhiyet-i câmiâsının sîmâsındaki letâif-i re’fet ve dekàik-ı şefkat ve şuâât-ı merhamet-i İlâhiyeden tezâhür eden sikke-i ulyâ-i Rahîmiyettir ki, ‘Rahîm’ ismi ona bakıyor. 
       
Demek ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’, sahife-i âlemde bir satır-ı nurânî teşkil eden üç sikke-i ehâdiyetin kudsî ünvânıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yâni,  yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar; insanî arşa çıkmaya bir yol olur.’ (Sözler)   
     
Yine Hz.Üstad, “Ey insan! Bil ki, İlâhi rahmetin Arş’ına yetişmek için bir mi’rac var, o mi’rac ise ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’dir...  Besmele’nin azamet-i kadrine en katî bir hüccet şudur ki; İmam-ı Şâfî (ra) gibi  çok büyük müçtehitler demişler: ‘Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur’an-ı Kerim’de 114 defa nazil olmuştur.’ (Eş-Şâfî, el-Gazâlî)”  (Sözler) 
    
Zirâ, kalplere azık ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halâvet ve lezzet verir. Aynı zamanda, tekrarlandıkça daha ziyâde parlar, hak ve hakîkat nurlarını saçar, misk gibi karıştırdıkça kokar.
      
Hayber Savaşından sonra, yahudi bir kadın bir keçiyi kızartıp, çok tesirli bir zehirle zehirlemiş ve Peygamberimiz Hz.Muhammed’e (sav) göndermiş. Sahabeler yemeye başlarlar. Efendimiz (sav) birden, ‘Ellerinizi kaldırın, o bana zehirli olduğunu söylüyor’ buyurur. Herkes elini çeker. Fakat o şiddetli zehirin tesirinden Bişr bin Berâ (ra) aldığı bir tek lokmadan vefât eder. 
      
Efendimiz (sav) Zeynep isimli o kadını çağırtır ve ‘neden yaptın?’ diye sorar. Kadın; ‘Eğer Sen Peygamber isen sana zarar vermez. Eğer Peygamber değilsen, senden insanları kurtarmak için yaptım’ diye cevap verir. Bir rivâyette Peygamberimiz (sav) zehirli olduğu haberinden sonra, ‘Bismillah’ deyiniz sonra yeyiniz, daha zehir tesir etmeyecektir’ buyurmuş; gerçekten de tesir etmemiştir. (Taberî, İbn-i Kesir)
              
Ashab-ı Uhdud

‘Ashab-ı Uhdud'la alâkalı, hemen her tefsir kitabında anlatılan bir vak'a vardır. Müslim, Tirmizi ve Ahmed b. Hanbel'in Müsnedi gibi bir kısım hadis kitaplarına dayanılarak anlatılan hâdise şudur: 
    
Bir kralın bir büyücüsü vardır. Yaşı epeyce ilerleyen büyücü, krala: Ömrüm sona yaklaştı. Bana bir çocuk ver de ona büyü öğreteyim.' der ve kralın kendisine verdiği çocuğa büyü öğretmeye başlar. Fakat büyücü ile kral arasında bir râhip vardır ve çocuk bir gün o râhibin yanına uğrar. Râhibin anlattığı şeyler çocuğun daha çok hoşuna gider. Birgün halkın gittiği yol üzerine korkunç bir canavar çıkar. Çocuk yerden bir taş alır ve: 'Allah'ım, eğer sen râhibin yaptıklarını, büyücünün yaptıklarından daha çok seviyorsan bu hayvanı öldür, insanlar yollarına gitsinler.' diyerek taşı atar. Canavar ölür, insanlar da yollarına giderler. Çocuk bu olayı râhibe anlatınca, râhib: 'Oğlum, sen şimdi benden üstünsün. Bundan ötürü imtihan edilebilirsin. İmtihan ânında beni ele verme.' der. 
     
Gün geçtikçe çocuk daha bir seviye kazanır ve meşhur olur; öyle ki körü, abrası ve diğer hastaları iyileştirmeye başlar. Derken, bir gün kralın âmâ olan bir nedimi de kendisini iyileştirmesi için çocuktan istekte bulunur; çocuğun ona karşı cevabı: 'Ben kimseyi iyi edemem, ancak Allah iyi eder. Eğer Allah'a inanırsan, O sana şifâ verir.' şeklinde olur. İyi olan nedim, kralın yanına gidince, kral hayret eder ve bunu kimin yaptığını sorar. Nedim de, 'Rabbim iyi etti.' diye cevap verir. Kralın, 'yani ben mi?' sorusuna ise, 'Hayır, benim de Rabbim, senin de Rabbin olan Allah.' cevabını verir. 
    
Kral, 'Senin benden başka Rabbin mi var?' diye nedime çıkışır ve ona eziyet etmeye başlar. Yapılan işkenceye dayanamayan Nedim, sonunda çocuğun ismini söyler. Kral, çocuğu çağırtıp ondan da aynı cevabı alınca, ona da işkence etmeye başlar ve bu fikrin râhipten çıktığını öğrenir. Kral üçünü de çağırarak dinlerinden dönmelerini ister ve onları ölümle tehdit eder. 
      
Bunlar inançlarında ısrar edince, râhibi de, nedimini de testereden geçirir; çocuğa gelince, onu da yüksek bir dağdan aşağıya atmaları için adamlarına teslim eder. Ne var ki çocuk, 'Allah'ım, beni bunlardan kurtar.' diye dua edince, dağ sarsılır ve kralın adamları aşağı yuvarlanır. Adamlardan kurtulan çocuk da, tekrar kralın yanına gelir ve adamlarının başına gelenleri anlatır. Kral, bu kez çocuğu başkalarına teslim eder ve eğer dininden dönmezse onu denizin derin bir yerine atmalarını emreder. 
    
Çocuk, duasıyla onlardan da kurtulur ve krala gelerek, söylediklerini yapmadığı sürece kendisini öldüremeyeceğini bildirir. Ardından da, insanları bir yere toplayıp, kendisini bir ağaç dalına  asmasını, sonra da torbasından bir ok çıkararak, 'Çocuğun Rabbi olan Allah'ın adıyla.' diyerek atmasını ve ancak bu şekilde kendisini öldürebileceğini ifâde eder. 
     
Kral, çocuğun söylediklerini yapar; ok çocuğun bağrına saplanır ve çocuk ölür. Olup bitenleri izleyen halk ise, ‘biz çocuğun Rabbine inandık!‘ derler. Bunun üzerine kral, hendekler kazdırıp içlerini ateşle doldurtur ve inananları o hendeklere atar...
      
Bir dönemde yaşanmış böyle bir hâdise, günümüzün şartları içinde de, irşat ve tebliğ adına önemli mesajlar ihtiva etmektedir. Günümüzde farklı boyutlarıyla da olsa bunun örneklerini görmek mümkündür. Anlaşılan o ki, günümüzde olduğu gibi, o dönemde de bir çocuğa el atılmış, onunla meşgul olunmuş, sinelerde olgunlaştırılan ilhamlar onun ruhuna boşaltılarak yeni bir toplum ve yeni bir nesle doğru ilk adım atılmıştır. Şu kadar var ki, o dönemde, şimdiye nisbeten bir kısım kerâmetler daha zâhir ve daha bâriz olduğu anlaşılıyor.
      
Benzer bir durum Hz. Mesih için de, söz konusu idi ki o da kendi ümmetinden âmâ olanların gözlerini açıyor, hasta olanları tedâvi ediyor, hattâ bir mânâda ölüleri de diriltiyordu. Tabî bütün bunlar birer ikrâm-ı ilâhî ve birer mûcize idi. Kalbi ile Allah arasında hiçbir engel bırakmayan, hâlis, muhlis bir Allah kulu, bu kerâmet veya mûcizelerle başka birine âit herhangi bir ârızayı –Allah’ın izniyle-  giderebilir.
       
Ancak, bunların yanında, ilmî kerâmeti, irşaddaki sistem kerâmetini, bu sistemi âlemşümul hale getirip işletme kerâmetini de hafife almamak gerekir. Bunlara nâil olan bir irşat eri, yetmiş- seksen sene dinsizlik cereyanına maruz kalmış bir yere gittiğinde, bir de bakarsınız ki, kısa zamanda, onun çevresinde halkalar teşekkül etmiş ve o öyle bir ses oluvermiş ki, o seste upuzun bir gelecek yankılanıyor. İlmî kerâmet açısından bakıyorsunuz, birisi çok azıcık bir şey okumuş, ama dağlar cesâmetinde şeyler biliyor.
     
İmam Rabbani ve Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri gibi zatlar böyle bir kerâmete mazhar olanlardan sadece iki sîmâdır. Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla bugün bile, o zatların sesi-soluğu hâlâ âfâk-ı âlemde çınlıyor. Buna karşılık dünya kadar insan Arapça'yla birlikte diğer dînî ilimleri hallaç etmiş ama bakıyorsunuz, onlar da yerlerinde sayıyor. Üstad Hazretleri, buna bir yerde işâret eder ve bir kısım harikulâde şeylerin olabileceğine îmâda bulunduktan sonra  sözü, muhataplarının mantığına hitap etmeye getirir. 
     
Ancak günümüzde, bir insanın gözünün açılmasından ve onun bir kısım hastalıklardan kurtulmasından ise, böyle birinin kalp kapılarının açılması daha önemli olsa gerek. Başka bir ifâdeyle Hz. Mesih'in üç beş hastayı tedavi etmesi değil, ruhunun ilhamlarıyla tamamen maddeye kilitlenmiş bir cemaati irşat etmesi daha önemlidir. Evet, O'nun bilinen mûcizeleri içinde en büyük mûcizesi de işte budur. 
   
Keza Efendimiz'in de (sav) en büyük mucizesi, parmaklarından suyun akması, her şeyin kendisine selâm vermesi değildir; zira bütün bunlar meydana geleceği ana kadar da, bir çok insan fevc fevc İslâm'a dehâlet etmiş ve O'nu dinlemişlerdi. O'nun en büyük mucizesi, ses ve soluğunun insanların sinelerinde makes bulması ve ölü kalblerin onun soluklarıyla dirilmesidir.
     
Böyle olunca, günümüzde kerâmet-i ilmiyeyle birlikte kerâmet-i beyâniyeye, kerâmet-i iknâiyeye, kerâmet-i irşadiyeye sahip olan çocuklar, aynen o çocuğun yaptığı işler gibi, mektepte, sokakta, sanat dünyasında aynı şeyleri yapabilirler. Zannediyorum bu çocuklar, o râhibin yanında yetişen çocuktan daha fazla avantajlara sahip bulunuyorlar. İşte bu zâviyeden, râhibin yanında yetişen çocuğun durumu bizler için birçok hikmet dersi ihtiva ettiği kanaatindeyim.
      
Ayrıca anlatılan bu vak'a ile, Hz. Musa'nın, Firavun karşısındaki tebliğ ve irşadında takip ettiği metot arasında bir parelellik de söz konusu. Aslında hep dikkatimi çekmiştir; Seyyidinâ Hz. Musa (as), Firavun'la vaidleşirken, bütün halkın toplanacağı bir meydanı, vakit olarak da kuşluk vaktini seçer. Bu iki intihap da çok önemlidir. Hz. Musa (as), Cenâb-ı Hakk'a güvenip dayandığını, O'na mutlak mânâda itimat ettiğini ve elindeki âsâsının O'nun güç ve kuvvetiyle bir yılan haline geldiğini, gelip sihirbazların bütün oyunlarını bozduğunu, bozacağını göstermek için, Firavun ve onunla beraber birkaç insanla yetinmiyor; bütün halkın toplanabileceği ve izhar etmek istediği hakikatleri herkese duyurabileceği bir ortamın hazırlanmasını istiyor. 
      
Evet O (as), Cenâb-ı Hakk'ın kendisine vermiş olduğu önemli bir krediyi niçin sadece Firavun ve üç beş insana karşı kullansın ki..!  O bu önemli işi, öyle bir yerde yapmalıydı ki, bütün sihirbazlar nakavt olup pes etmeliydiler ve aynı zamanda ma'şerî vicdan da buna şahit olmalıydı.. bu çok önemli bir taktikti ve peygamber fetânetinin gereğiydi.
      
İkinci bir taktik de, Hz. Musa'nın (as), insanların toplanma zamanı olarak bayram günü kuşluk vaktini seçmesiydi. Yani, etraftan sihirbazların geldiğini ve bir düello yapılacağını duyan herkes oraya, uykusunu almış, dinlenmiş olacak bir şekilde geleceklerdi. 
    
Bu mevzuda Hz. Musa'nın (as) taktiği çizgisinde olan Abdullah İbni Hüzafetü's-Sehmi (ra), esir düştüğünde, bir papazın kendisine mühlet vermesi ve Hıristiyanlığa davet etmesi üzerine ona şöyle der: 'Aziz peder, bana üç dakika mehil verdiğinden dolayı sana çok teşekkür ederim. Çünkü bu üç dakikalık zaman içinde sana, hak din olan İslâm'ı anlatırsam ölsem bile gam yemem.' Evet, işte böyle bir stratejinin gereği olarak, ihtimal Firavun, Hz. Musa'yı dinlemeyecek ve O'na karşı bazı taşkınlıklar yapacaktı, ama bu hâdise, geniş çapta bir fethe sebep olacak ve bir yâd-ı cemil olarak kalacaktı.
      
Bir üçüncü husus da sihirbazlar, o dönemin entel sınıfını teşkil ediyorlardı. Dolayısıyla Hz. Musa (as), kendi döneminin elit  sınıfını yenmekle işe başlıyordu ki, gerisi gelecekti.. Bu tıpkı Allah Rasulü'nün (sav) şâirleri yendiği gibi bir şeydi. Elindeki âsâ, bir mûcize ifâdesi olarak kocaman bir ejderha hâlini alıyor ve sihirbazların büyülü ip ve sopalarını bir anda yutuveriyor. Bunun üzerine de bütün sihirbazlar, kendilerini secdeye atıp, 'Biz Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik.' (Tâhâ, 20/70) diyorlardı. Onlar bu şekilde secde edince oradaki insanlarda da, bir intibah hâli hâsıl oluyordu. En azından bir tereddüt ve şüphe kapısı aralanıyordu. Hz. Musa da, rahatlıkla o kalbleri eline alıyor, bal mumu gibi yoğuruyor ve şekillendiriyordu. Çünkü, artık küfr-ü mutlak kırılmıştı.
     
Buradaki kıssanın kahramanı o râhibin yanında yetişen çocukta da, bir peygamber mantığı seziliyor; ihtimal o da peygamberlik mânâsına ait bir hakikati temsil ediyordu ve Allah da onu eşrara karşı koruyordu. Öyle ki, teslim edildiği adamların kimisi dağdan aşağı düşüp ölüyor, kimisi de denizde boğulup gidiyordu. Tabî bütün bunlar Cenâb-ı Hakk'ın ona vermiş olduğu bir kuvve-i kudsiye sâyesinde oluyordu. 
     
Ne yapıp yapıp onu öldürmeyi düşünüyorlardı, ama nâfile, Allah (cc) fırsat vermiyordu. İhtimal biraz da demokratik davranıyor ve çocuğun toplum içinde uyarmış olduğu teveccüh veya bir mânâda fitneden ötürü hemen tepesine binip öldüremiyorlardı. Belki de onu öldürmenin bir kısım içtimaî komplikasyonları olabileceği endişesi de taşınıyordı. Bu mevzûda açık bir şey olmamakla birlikte, bütün bunları satır aralarından çıkarabilmek mümkündür. 
      
Sonra da tıpkı Hz. Musa'nın (as) yaptığı gibi, halkı topladıktan sonra beni bir dala asacak ve sadağından çektiğin bir oku 'çocuğun Allah'ının adıyla' deyip atacaksın diyor. Ve şehit olup gidiyor; şehit olup gidiyor ama, değerini bularak gidiyor; geride bıraktığı ses, arkadakilerine yetip artıyor; madde temelinden sarsılıyor ve Allah'ın varlığı bütün vicdanlarda duyuluyor.‘ (Prizma)
                                                                   
<< Önceki Haber 'Oku, Rabbin adıyla' - 7 Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER