Öğretmen Muzaffer Özcengiz'in anısına
Sınıfta ayrı bir heyecan var bugün. Birazdan din dersi öğretmenleri, hayatlarının rehberi, sevilen Muzaffer Bey, tebessümleriyle sınıfa teşrif buyuracak. Bir şeyler var planlanan. Sanki Muzaffer öğretmene bir kumpas! Sınıftaki hareketlilik bir şeylere gebe.
Evet, ayak sesleri geliyor. Herkes yerine, şimdi hareketsizlik zamanı. Bir sevgili gibi, güzel bir seven gibi, merhametli çehresiyle sınıfa gelen Muzaffer hoca, bugün güneş gibi parlamıyor. Sanki yolunda gitmeyen bir şeyler var. Sanki yolunda gitmeyecek bir şeyler.
Selamlaşmanın ardından Muzaffer öğretmen; bugün, dersteki konumuz, vedalaşma deyiveriyor. Öğrenciler, bu kelimeyle adeta yaz günü zemheriye tutuluyorlar. Muzaffer hoca, savaşı kaybetmiş ama inancına sarılmış bir kahraman gibi, dik duruşuyla konuşuyor. Her buluşmanın, her tanışmanın, alnına yazılıdır veda.
Önemli olan, nasıl tanışıldığı değil, nasıl vedalaşılacağı, nasıl hatırlanılacağı. Efendiler Efendisi Efendim SAV'de ashabıyla tanıştı ve bir gün en mutlu oldukları Hac mevsiminde, veda cümleleriyle haccını tamamladı. Bir sonraki yıl, artık hacda bedenen yoktu.
Hayat bu, belki bizim için, belki bu ders, belki bu öğretim yılı, kim bilir belki de veda zamanıdır. Öğrenciler duyduklarından rahatsızlandıklarını belli ederken, hocam, veda için bugün hiç de uygun bir gün değil demeleri bile o koca çınara geri adım attırmadı.
Veda cümleleriyle sınıfı gözyaşlarına boğdu. Hz. İbrahim aleyhisselam ve kadere teslimiyeti anlatmaya başladı. Hukuk tanımayan çağın Nemrudu sözde kalemini kırmış ve Hz. İbrahim aleyhisselamı ateşe atmaya karar vermişti. Herkese ders verme niyetiyle büyük bir ateş yaktırdı.
Öyle böyle bir ateş değil, dağlar cesametinde devasa bir ateşti ki İbrahim aleyhisselamı içine atmak mümkün değildi. Derken şeytandan aldıkları dersle mancınıklar yaptılar.
Tüm sebepler sukut etmiş, yolculuk ateşin serin kollarınadır. Fakat Nemrud'un rahatsızlığı had safhadadır. Çünkü kurbanda korku yok, kurbanda af dileme yoktur. Gücünün esiri olan Nemrut, emri verir, mancınık salıverilir. Hazrette korkunun esamesi yok. Rabbine, "Ben O'nun kölesiyim, dilerse kurtarır." cümleleriyle teslim olur ve mucize gerçekleşir.
Her şeye gücü yeten Allah, ateşi onun için berd ü selam yapar.
İbrahim Peygamber, peygamberliğinin büyüklüğünü tam teslimiyetle, bihakkın yerine getirmiştir. İbrahim Peygamberin yolunda olan bizler, bize hazırlanan ateşte yanacak, yanmaya dayanacak mıyız bilemiyorum, der. Sınıfta şaşkınlık had safhadadır. Ne hazırlığı, ne ateşi?
Devam eder Muzaffer bey: “İbrahim aleyhisselama, ateş yakmak için taşınan odunları, deve ve katırlarla yapmışlardı. Develer, yaptıkları işten memnun değillerdi ve yüklerini sık sık deviriyorlardı. Katırlar ise odunları sağlam bir şekilde alana getiriyorlardı. Bunu gören Allahın Halili, develere dualar ediyordu, gönül koymuyordu. Ben de dilerim ki bizim ateşimize odun taşımazsınız, taşımak zorunda kalırsanız da yüklerinizi ara sıra devirirsiniz. Siz, benim evlatlarımdan ayırmadığım, hatta bazen önde gördüğüm talebelerimin, katırlar gibi iştahla odun taşımanıza dayanamam. O ateşten daha çok yakar beni.” deyince, öğrenciler arka sırada sakladıkları pastayı açarlar ve hocam biz size 56'ncı yaş gününüz için sürpriz hazırlamışken, mutluluğumuzu yerle bir ettiniz gibi sitemlerden sonra yeni yaşının güzel günler getirmesi temennileriyle ders tamamlanır.
Hatıra fotoğrafı artık sınıfta ki son karedir. Çünkü Muazaffer bey açığa alınmış, imtihan başlamıştır.
Derken gözaltı kararı ve cezaevi. İlk yıl arkadaşlarıyla hastalıklarına aldırmayan Muzaffer Bey için cezaevi, medrese-i Yusufiyedir. Fakat ne olduğunu neden olduğunu bilmediği sebeplerden ötürü hücreye konur.
Hücre çok ağır bir cezadır. Hücreyi hak etmek için cani olması gerekiyordur. Nerede hata yaptığını, nerede, ne gibi cinayetler işlediğini düşünür. Fakat geçmişte insanlığın aleyhine yaptığı bir eylem bulamaz. Yanlış anlaşılmadır belki, sabretmek gerek diye kendini teselli ederek, hücreden normal koğuşa alınacağı günleri bekler durur.
Durur derken söz gereği, hücreden çıkmak için gerekli mercilere yapılması gereken itirazlar yapılır, fakat durum değişmez. Artık hayat iyice zorlaşmıştır. Hastalıkları iyice artmış, kendine yetemeyecek durumdadır Muzaffer Bey. Hayalen, o son derse gider ve İbrahim aleyhisselamı anlattığı sırada itiraz eden öğrencisi, neden, Allah, o ateşin yakılmasına kadar müsaade etti?
Bir başkasının neden, en sevdiği kulu olan peygamberine bu zulüm yapılırken müsaade etti? Gibi sorulara maruz kalınca, din dersi öğretmeni olarak üzülmüştü. Acaba imanı iyi anlatamadım mı öğrencilerime diye kahırlanmıştı.
Bugün bir baktı ki sanki kalbinde bu duygular beliriyor.
Estağfirullah çekti ve, "Allahım yapılan zulümlere, haksızlıklara, vefasızlığa dayanırım, fakat bu duyguların beni esir almasına dayanamam. Ben kulunum, Sen benim Rabbimsin. Ne için imtihan ettiğini bilememem benim noksanlığımdandır. Sen her şeyi görüp bilensin. Ben durumumun hikmetlerini bilemeyebilirim fakat ne olur Rabbim, sana ve Efendiler Efendisi Efendime (SAV) vefasızlık yaptırtma. Dayanamayacaksam bu tecride, tut elimden, kurtar beni. İster sağ, ister mevta olarak çıkart buradan." diye dua etti.
Allah ve Peygamber aşığı Muzaffer Hoca'nın duası çok içtendi. Çünkü bugüne kadar Peygamberinin gösterdiği yolda yürümüş hayatını sünnetle süslemişti. Bugün zindanda bir nevi kendine bile hayırı yoktu. Memleketinin bağında bostanında bağbanlık yapamayacaksa yaşamasının da çok önemi yoktu.
Gerçi "bağbozumu" (talan) gerçekleşmiş bütün bağlar viran olmuş adeta Moğol istilasına dönmüştü. Canı çok yanıyordu belki ama çaresizlik belini büküyor adeta nefes alamıyordu...
Muzaffer öğretmenin duası kabul görmüş Mevla o tecritten inşaallah Cennet'in genişliğine, yanına aldı.
Yıllar önce çağın dertlisinin yazdığı şiir de sanki Muzaffer Bey'e, sanki bugünkü mağdur ve mağdurelere, onlar adına özlemlerine yazılmış gibiydi.
"Bir yiğit vardı gömdüler şu karşı bayıra...
Arkadan kefenini, gömleğini soydular.
“Aman kalkar!” deyip üstüne taşlar koydular,
Bir yiğit vardı; gömdüler şu karşı bayıra.
Yiğidim, hele anlatıver olup biteni!
Sen dertli, vatan dertli, oturup ağlayalım...
Ağlayıp da sînelerimizi dağlayalım,
Yiğidim, hele anlatıver olup biteni.
Ses ver yiğidim, yoksa beni duymuyor musun!
Yıllar var ki hep hayâlinle oynaşıyorum,
Kalkıp geleceğin ümidiyle yaşıyorum...
Ses ver yiğidim, yoksa beni duymuyor musun?!
Sırtımda ardan bir gömlek, yılların vebâli,
Ümitle ışıldayan gönlüm, seni bekliyor;
Kâh göklerde uçup, kâh yerlerde emekliyor.
Sırtımda ardan bir gömlek, yılların vebâli.
Her tarafta harâb eller, baykuşlara bayram,
Köprüler bir bir yıkılmış ve yollar yolcusuz,
Gelip uğrayanı kalmamış çeşmeler, susuz..
Her tarafta harâb eller, baykuşlara bayram.
İrâdelerde çatırtı, rûhlarda müthiş şok,
Târihi yağmaladı bir düzine tâlihsiz;
Değerler altüst oldu, mukaddesât sâhipsiz,
İrâdelerde çatırtı, rûhlarda müthiş şok.
Tıpkı rüyâlarda olduğu gibi diril, gel!
Beyaz atının üzerinde bir sabah erken;
Gözlerim kapalı rûhumda seni süzerken
Tıpkı rüyâlarda olduğu gibi diril, gel!"
EDİTÖRÜN NOTU: Bu yazı Çorum Cezaevi hücresinde kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden öğretmen Muzaffer Özcengiz’in, vefatından 5 gün önce cezaevi yönetimine yazdığı mektubu okuyup etkilenen bir okurumuz tarafından kaleme alınmıştır...