O Hep Bizimle
Kuzey Ülkesinin karlı-buzlu yolları, bizi Yasemin ve Ferah Çiftinin mütevazı evlerine taşıyor.
Nice yolları, nehirleri, denizleri, korku tünellerini geçerek; nice dağları aşarak ulaşmışlar bu topraklara. Yürüdükleri yollarda ayaklarına batan dikenleri gül sanmışlar.
Yüreklerindeki onca yaraya rağmen yüzleri yine de gülüyordu bu insanların. Omuzlarındaki yükün ağırlığına aldırmadan birbirlerine gülümsüyorlardı. Yüce idealleri için gurbette olduklarını bilmek; ülkelerinin, sevdiklerinin, geçmişlerinin hasretiyle yanarken yarınlar için tertemiz nesiller yetiştirme ümidi güçlü kılıyordu onları.
Doktor Ferah Bey’in yüzünde hala yaşadıkları acıların gölgeleri geziniyordu.
Yasemin Öğretmen daha kudretli görünüyordu; eşi ve çocuklarıyla birlikte buralara gelebilmiş olmanın huzuru taşıyordu gözlerinden.
“Yasemin Hanım’ın cesareti olmasaydı buralara gelemezdik,” diyor Doktor Ferah Bey. “Ben hapisteyken tek başına geçmiş Meriç’i. Birkaç arkadaşıyla geri itilmişler. Ben hapisten çıkınca öğrendim. Üç çocukla bir daha asla Meriç’i geçmeyi göze alamazdım. Ama o, ‘ben yolları öğrendim, artık buralar durulası değil’ dedi.
“Bu dönemin kahramanları kadınlar,” diyorum.
“Öyle,” diyor Doktor Ferah Bey.
“O zaman Yasemin Hanım’ı dinleyelim, Meriç’i nasıl tek başına geçtiğini” diyorum.
Anadolu kızlarına ve kadınlarına has bir utangaçlıkla başlıyor bir cümle hikayesini anlatmaya;
“Adım Yasemin… Yasemin Yiğitoğlu,” diyor.
“Artık yaşadıklarımız o kadar dayanılmaz bir hal aldı ki, düşünebiliyor musunuz, hayatımızda yeni bir kapı aralayabilir miyiz düşüncesiyle eşim hapiste iken ben iki çocuğumla Meriç’i geçmeyi göze aldım.
Ülkemizde bütün kapılar üzerimize kapanmıştı. Bütün yollar çıkmaz sokaktı.
Kendi yaşadıklarımdan daha çok da arkadaşlarımızın yaşadıklarına üzülüyordum.
İç Anadolu şehirlerinde, Güney Doğu’da talebelerle ilgilendiğim o günler çok güzeldi, hayatımın en parıltılı günleriydi. O günleri özlüyorum. Lakin bizi bize bırakmadılar.
Yolumuzu kestiler.
15 Temmuz’dan sonra eşimle ikimizi birden tutukladılar.
Yeni doğum yapmıştım.
Anne-babam bebeği emzirmeye getiriyordu.
Buna tanık olan polis memurları ağlıyordu.
“Bir anne bunu niye yaşasın?”
Polisler bebeğin geldi diyerek her gün beni iki metre kare bir yere götürüyorlardı. Ben orada çocuğumu emziriyordum.
Orda bile beni boş bırakmıyorlardı.
Dört beş tane polis geliyor “eşin hakkında, senin hakkında ciddi şeyler var. Sizin isminizi verenler ciddi insanlar” diyordu.
Kamera olmayan ortamda söylüyorlardı bunları. Korkuyorsunuz.
“İsim verin çıkın. Çocuklarını bir daha göremeyebilirsin.” diyorlardı.
Yanlış bir şey yaparak insanların canını yakmaktan çok korkuyordum.
Bebeğin gelmesine izin vermedikleri gün lavaboya sağıyordum sütümü.
İnşallah Rabbimin rızasını gözetebilmişizdir.
Savcı ısrarla tutuklanmamı istedi.
İlahi inayet imdat yetişti ve hâkim serbest bıraktı. Sonra hâkim de ihraç oldu.
Eşim tutuklandı.
Engelli çocuğum Emin, anne babama emanet edebileceğim bir durumda değildi.
Avukatımız HDP’ li biriydi.
Bir gün beni WhatsApp’tan aradı. Dosyanız onaylandı. Evde kalmayın.
Gaybubet günleri başladı.
Gaybubet en çok ailemi yıpratıyordu. Bana ulaşamadıkları zaman annem ağlayarak geliyordu. Kızım tutuklandın mı, başına bir şey mi geldi?
Polisler bir ara beni almaya geldi, bulamayınca kardeşimi alıp götürdüler
Başka bir şehirde yaşayan erkek kardeşimin yanına gittim. Biraz da gidip kız kardeşim yanında kalayım dedim.
Kardeşim bırakmadı.
İyi ki gitmemişim.
O gün polisler kız kardeşimin evini, apartmanını didik didik aramışlar.
Çıkmaktan başka çarem kalmadı.
Meriç yolu herkesin kendine özgü.
Engelli olan yavrum Emin beni düşündürüyordu.
Annem ve kız kardeşim “Emini burada bırak, sonra gönderelim.” dediler.
Küçük oğlumla Meriç’ten geçtik.
Olanlar ondan sonra oldu.
Bizi büyük bir arabaya Afganlıların içine koydular.
Erkekleri çok kötü dövdüler. Bana dokunmadılar.
Oğlum o ana kadar olanları macera sanıyordu.
Şiddeti görünce çok korktu.
Üzerimizde telefon, para ne varsa aldılar.
Bizi geri ittiler.
Çeteden biri bize yardım etmek istedi, onu dövdüler. Dayak yemesine rağmen o çocuk bota binerken telefonlarımızı verdi.
Mart ayı soğuk bir geceydi.
Çok üşüdük, her tarafımız ıslaktı. Oğlum donma noktasına geldi.
Ailemi aradım, sabah gelip bizi aldılar.
Eşim hapisten çıkınca bu olayı anlattım “ama yine de çıkmalıyız” dedim.
Dedim ya bütün kapılar kapalı, bütün yollar çıkmaz sokak.
Kendimize yeni yurtlar bulmalı, yeni yuvalar kurmalıydık.
Bu defa denizden geçmeyi planladık.
İki araba ile İzmir’e doğru yola çıktık. Tedbiren ayrı ayrı arabalarda gidiyorduk.
İzmir’de bir otele yerleştik.
Eşim “sana bir şey anlatmam lazım” dedi.
“Hayırdır” dedim.
Yolda gelirken bir arkadaş aradı.
Hapishane arkadaşım. Bu çok samimi bir insan, koğuşta bize hep moral verirdi.
47 kişilik koğuşta kalıyorduk. Kalanların çoğu asker, polisti. Gözyaşları içinde toplu namaz kılıyorduk.
Biz 6-7 kişi yerde yatıyorduk.
Bir sabah arkadaşlardan biri, “ben seni teheccüde kaldırdım mı?” dedi.
“Yok” dedim.
“Kaldırdım” dedi. “Peygamberimiz (s.a.v) tam senin yattığın yerden geçecekti, seni dürttüm, sen kalktın.
Peygamberimizin (s.a.v) üzerinde beyaz bir elbise vardı, koğuşları gezdi, gitti.”
Her sabah kalktığımda endişem, seni alırlarsa Emin ne olacak onu düşünüyordum.
Doktor olduğum halde ağır bir depresyon geçiriyordum.
Kimseyle konuşmuyordum.
O günden sonra sırtımda dağlar gibi bir yük kalktı.
İşte yolda gelirken arayan o rüyayı gören arkadaş.
“Rüyamda sizi gördüm” dedi. “Deniz yolculuğu yapıyorsunuz. Emin ölüyor.”
‘'Ben ‘’artık bu yolun dönüşü yok” dedim. “İnşallah bir şey olmaz. Sonuçta bu bir rüya”
Evet bu bir rüya idi ama belli ki bu yolculuk da kolay olmayacaktı. Ölümlerden ölüm beğenecektik.
Ve korktuğumuz başımıza geldi.
Kısa bir süre sonra oteli polisler bastı.
Aşağıdan gelen haberler kötüydü. Polisler lobide bizi getiren arkadaşları sorguluyorlardı. Biraz sonra kaldığımız odaya geleceklerinden hiç şüphemiz yoktu.
Çocuklarımla kendi içimde vedalaşmaya başladım.
“Ey Sevr Sultanlığında Sevgili Habibini koruyan Rabbim, bizi ve yavrularımızı koru!” diye dualar ettim.
Baktım eşim çok üzüntülü.
“Tasalanma” dedim. “O bizimle.”
Gece yarısı oldu gelmediler. O gece bitti ama ben de bittim.
Sabaha kadar yavrularımla kendi içimde vedalaştım durdum. İnsan hayatı ve insanın içindeki duygular en çok da yollara benziyor.
Evlat olmak ayrı bir yol, eş olmak ayrı bir yol, anne olmak ayrı bir yol, hicret annesi olmak ise apayrı bir yol…
Dar yollar, çatallı yollar, birbirini kesen yollar, uçsuz bucaksız yollar insanın içinde uzayıp gidiyor. Gece boyunca o yollarda dolaştım durdum ben.
Sabah oldu.
Gitme vaktimiz gelmişti. Odadan indik. Baktık polisler hala duruyor. Geri dönsek şüphelenecekler. Peygamberimizin (s.a.v) kapısında bekleyen kırk kadar haraminin arasından geçerken okuduğu “Onların önlerinden bir set, arkalarından da bir set çektik, böylece gözlerini perdeledik; onlar artık göremezler.” Ayetini okuyarak önlerinden geçip gittik.
Ölüm fısıldayan suları geçerek geldik buralara.
Özgürlük ne kadar güzel. Şu bulunduğumuz kasaba. Kasabanın güzel insanları.
Buralara gelince dünyanın bir yerlerinde insanların ne kadar özgür ne kadar mutlu olduğunu görüyorsunuz. Herkes birbirine selam veriyor.
Her kapı zili çaldığında polis mi geldi endişesi yok, tutuklanma korkusu yok, buz gibi betonda yatmak, hücrede tek başına kalmak korkusu yok. Çocuklarım annesiz babasız mı kalacaklar duygusu yok.
İskandinavya’nın bu kuzey ülkesinde yeniden hayata tutunduk.
Yeni bir yuva kurduk.
Nasıl onca polisin, onca tehlikenin arasından geçip geldik, hala inanamıyorum.
Göstermeyen Allah göstermiyor.
İnandığım bir şey var ki…
O hep bizimle…