SAFVET SENİH - SAMANYOLUHABER.COM
Merhum Mehmet Kırkıncı Hoca diyor ki: “Erzurum’da Mustafa Necati Efendi diye bir zât vardı. Genç bir âlim. Babam onunla tanışmıştı. Bizi köyde okutamadığı için, ‘Sizi orada okutacağım’ dedi. (…) Sabah namazını erkenden kılar, sonra da hocanın yanına giderdik. Çok uzakta idi. Karların içinde bata çıka oraya ulaşırdık. (…) 1944’e kadar böyle devam ettik. Arapça sarf ve nahiv okuduk. (…) Mustafa Necati Hocayı Erzurumlular çok seviyor. Pazar günleri esnaf gelir hocanın derslerini dinlerdi. Ama hoca, ‘Ben burada daha duramam… Mekke’ye, Medine’ye gideceğim!..’ dedi. Esnaf bunun üzerine, ‘Ezan yok… Medreseler ne oldu? Demek ki kıyamet!..’ deyip ümitsizlik içinde koşmaya başladı. Bazıları ağlıyordu!..’
Kırkıncı Hocaefendi, Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğinde, Üstad sohbet sırasında “Sizden benim istediğim gizlice muhabbet” (Sirran tenevveret) der. Kendisi diyor ki: “Üstad Hazretlerini bu sözünü o zaman anlamamıştım. Asker iken buna dikkat etmemiştim. Hapse atıldım. Askeri hapisanede iken, Üstad, Süleyman Kaya ile bana selam gönderdi ve tedbirli olmaktan bahsetti: ‘Biz bir hazine götürüyoruz. Hazine devenin üzerinde, deve yumurtaların üzerinde gidiyor. Ne deve devrilecek, ne yumurtalar kırılacak’ demişti.
Mehmet Kırkıncı Hocaefendi diyor ki: “1971 yılında Trabzon’da halkla, esnafla sohbet ediyoruz. Ortada da dört adam oturuyor. Onları hissettim ki, bu cemaatten değiller. Onlardan bir tanesi parmağını kaldırdı, ‘Bu kadar kuvvet bu Risale-i Nur’da varken, böyle niye kaçıyorsunuz? Niye pasif davranıyorsunuz? dedi. Bunun üzerine ben dedim ‘Pasif demek ne demek, misal ver de anlayayım pasif olup olmadığımı?’ Dedi ki: ‘Üç gün önce burada komünistlerle dövüştük, onlar bize vurunca, bu arkadaşlar yanımızdan geçtikleri halde bize sahip çıkmadılar!..’ O zaman martın sonları idi. Dışarıda fırtına var. ‘Bu ses ne?’ dedim. Dediler ki, ‘Deniz taşa vuruyor, onun sesi geliyor. Ben de ‘Bu Karadeniz’i akıllı bilirdim; kafasını taşa vuruyor!.. Peki Güneş gelince, böyle vura vura, kıra kıra mı geliyor buraya?’ diye sordum. ‘Güneş gelince buzlar eriyor, bitkiler, ekinler canlanıyor.’ dediler. Ondan sonra bir şey demediler.”
* * *
Celal Afşar Ağabeyimiz Niğde-Koyunlu’da ilk okul üçüncü sınıfa kadar okuduktan sonra ailesiyle Ankara’ya taşınınca orada Mimar Kemal ilk okulunda
okuyacaktır. Duygularını şöyle ifade etmektedir: “Anadolu’dan gelmişsiniz ve hükümet merkezindesiniz. Konuşma imkânlarınız, cümleleriniz düşük. Mesela biz koşmaya zıngıldama deriz. İlk okulda arkadaşlarım beni ismimle değil de “Zıngılda’ diye çağırıyorlardır.”
Prof. Dr. Suat Yıldırım hocamız diyor ki: “Dünyanın dizginleri başkalarının elinde olduğundan makus talihimiz düzelmiyor. Aslında Batıdaki şarkiyat (doğu bilim, oryantalizm) çalışmalar, İslamı olduğu gibi tanıyıp tanıtabilirdi. Oryantalizm, on sekizinci asır Hollandalı bilim adamı Adrien Reland tarzında devam edebilseydi, anlayış atmosferi hakim olabilir, bundan gem Batılılar hem de Müslümanlar istifade edebilir, beşeriyetin en büyük ihtiyacı ve özlemi giderilebilirdi. Fakat maalesef oryantalizm, büyük gürültüler çıkararak çalışan muazzam bir çark olmasına rağmen bunca emeği sonuçsuz bıraktı. Yapabileceği başlıca istenilen işi yapmadı, İslam’ı Batı’ya doğru bir şekilde tanıtamadı.”
Bir dönem, 1950’lerde kurulan İlâhiyat Fakültesinde Kur’an-ı Kerim dersleri yoktu. O yıllarda İmam-Hatip Lisesi mezunları İlahiyat Fakültelerine alınmıyordu. Bunlara rağmen lise mezunu olan Prof. Dr. Suat Yıldırım Hocamız, kendisini çok iyi yetiştirmiş bir İlâhiyat mezunudur.
* * *
Edremitli Hacı Arif Çağan Ağabey diyor ki: “Risale-i Nurları okuduğumuz için hapisanedeydik, solcularla beraberiz. Solcular 24 kişi… Bunların yirmisi sigara içiyordu. Ama içeriye ancak on paket sigara getirilebilmiş. Tam dağıtılsa hepsine yarımşar paket sigara düşüyor. Ama arkadaşlarına yarımşar paket vermiyorlar. Öbürleri de sigara için yalvarıyorlar böyle… Sigarayı köpeğe atar gibi önlerine atıyorlar. Ben dedim ki, ‘Devrimci mevrimci’ diyorsunuz da, bu mu devrimcilik. Şimdi size daire verseler üç odalı bana düştü… İki odalı sana düştü, diye kavga edersiniz. Onlar ‘O, Hacı Abi işte…’ diyerek biraz mahcup oldular. Benim ablamın oğlu bana çay, şeker, iki kilo da kaşar peyniri gönderdi. Bunlar ‘Ooo falan…” dediler. Ben dedim ki, “Biz burada 26 kişiyiz. Bölün 26’ya. Bir parçasını da bana verin. Ben bir köşeye çekilip yiyeceğim..’ Bunlar sevindiler ve bir tuhaf oldular. Bana çay ısmarlamak istiyorlar fakat ben, ‘Herkese ısmarlayan varsa, hep beraber içelim. Yoksa ben ısmarlayacağım. Benden için” dedim. Onların hepsine günde 3-4 defa çay ısmarlıyordum. Sonra onların abisi oldum…”
Cemal A. Kalyoncu’nun hazırladığı “Nurlu Hayatlar” kitabından bazı bölümler aktarmaya çalıştım… İnşaallah faydalı olmuşumdur.