Ali Fuat Yılmazer’den Hrant Dink soruşturmasıyla ilgili bir mektup aldım. Dink soruşturması, çok yönlü ele alınması gereken bir dosya iken, sadece Emniyet boyutu itibariyle soruşturma konusu edilmesini eleştiriyor. Yılmazer, “Emniyet teşkilatının olaydaki kusuru Hrant Dink soruşturmasında, 10 meseleden sadece biri” diyor ve soruyor: “Jandarma nerede? MİT nerede? İstanbul ve Trabzon valilikleri nerede? Hrant Dink’i 301’den yargılayarak vatan haini ilân edenler nerede? Dink’in duruşmalarını takip edip, onu hedef gösterici kamuoyu oluşturanlar, ‘Bundan böyle kinimizin hedefidir’ diyenler nerede?”
Yılmazer, şu anda İstihbarat Daire Başkanı olan Engin Dinç’i hedef alıyor ve Emniyet içinde birinci derecedeki sorumlulardan olmasına rağmen, hâlâ İstihbarat Daire Başkanlığı’ndaki görevini sürdürmesini eleştiriyor: “Hrant Dink cinayeti işlenmeden önce, Trabzon İstihbaratı, eleman Erhan Tuncel’den aldığı bilgileri, gereği için İstanbul’a, bilgi için Ankara İstihbarat Daire Başkanlığı’na göndermişti. 2 raporun metni birbirinden farklıydı. İstanbul’a yollananda, Yasin Hayal’in Hrant Dink’e yönelik ses getirici bir eylem düzenleyeceğinden söz ediliyordu; oysa İstihbarat Daire Başkanlığı’na Hrant Dink’in Yasin Hayal tarafından ne pahasına olursa olsun öldürüleceği bilgisi ulaşmıştı. Trabzon İstihbarat Şubesi’nde görevli polis memuru Muhittin Zenit, daha sonra savcılığa verdiği ifadesinde, F-4 haber formunda geniş olarak yer alan bilgiyi, aynı şekilde kopyalayarak İstanbul’a gönderilecek resmi yazıya dönüştürdüğünü, Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç’in İstanbul’a gidecek yazıyı bizzat kendisinin değiştirdiğini beyan etmişti. İstanbul’a bilginin eksik gönderilmesinin tartışmasız bir şekilde sorumlusu olan, aldığı istihbari bilgiyi Trabzon’da operasyona dönüştürmek üzere TEM Şube’ye ya da Jandarma’ya iletmeyerek ve il içerisinde hiçbir birimle koordine etmeyerek eylem hazırlığında olan bir grubun yakalanıp etkisizleştirilmesi yönünde hiçbir girişimde bulunmayan Engin Dinç’in görev kusurları görmezden gelindi.”
Yılmazer, Engin Dinç’in halen İstihbarat Daire Başkanı olduğunu, soruşturmanın selametini haleldar edebilecek ve delil karartabilecek durumda bulunduğunu hatırlatıyor.
Ayrıca, görev kusurunun İstanbul ayağının da ihmal edilmesi üzerinde duruyor: “Valilikte MİT’çilerin Hrant Dink’i tehdit etmesi, adliye giriş çıkışlarında adeta lince maruz kalması, aleyhinde kitlesel propagandalarla hedef gösterilmesi gibi birçok tehdit durumu görmezden gelinmiş ve Hrant Dink’in korunmasına yönelik hiçbir girişimde bulunulmamıştır.”
***
Hrant Dink dosyası, Gülen Cemaati’ne yamanmak üzere, tıpkı Selam Tevhid ve Tahşiye soruşturmaları gibi, yörüngesinden saptırılmıştır. Ali Fuat Yılmazer ve Ramazan Akyürek hedefe konulmak ve onların da Cemaat’le irtibatlı olduğu iddia edilmek suretiyle suikast, Gülen Cemaati’ne yüklenmek isteniyor. Kısacası, Dink suikastında tam bir karartma operasyonu yürütülüyor. İlk günden itibaren Hanefi Avcı ve güdümündeki tetikçi, soruşturmayı hep o istikamete yönlendirmeye çalıştı. Bugün başarılı olmuş gibi duruyorlar. Ama Emile Zola ortaya çıkana kadar Dreyfus’un da suçlu olduğu sanılıyordu. Almanya’ya casusluk yaptığı iddiasıyla, 1894’te Fransız Guyana’sında hapsedilen Yahudi Yüzbaşı Dreyfus, bu ülkede Yahudi düşmanlığının yükselmesine de zemin hazırlamıştı. Emile Zola, “Hakikat yürüyor. Onu hiçbir şey durduramaz” diye yazdı ve mücadeleye başladı. Dreyfus’un yanında yer alan her yazarı hedef gösteren yandaş basın, Zola’yı da hedefine oturttu. Dreyfus’un yeniden yargılanmasını isteyenlerin “örgüt” kurdukları ileri sürüldü. Bu örgüt, hükümetin devrilmesini istiyordu. “Evet” dedi Zola: “Örgüt kurdum. Bu örgüte katılanlar, hep birlikte Dreyfus’u savunacağız.” Ve ilâve etti: “Dreyfus, casusluk yaptığı için değil, ırkçı eğilimler yüzünden hapse atıldı.”
Bugün de cadı avına hizmet sunan tetikçiler var. Bunların bazıları, olayı aydınlatmaya çalışıyor gibi de görünüyor. Ama aslında, en derin karanlık onlar. Fakat, ışık yanınca karanlık kaybolur.
Dink’e göre tehdit nereden geliyordu?
Hrant Dink, Fethullah Gülen hareketini kendisi için bir tehdit olarak görmüyordu. O, İstanbul Valiliği’nde, MİT İstanbul Bölge Başkanı Yardımcısı Özel Yılmaz’ın, sözde kendisini can güvenliği konusunda uyarmasının, gerçekte bir tehdit olduğunu düşünüyordu. Dönemin Cumhuriyet savcılarınca 301’den hakkında açılan davaları, duruşmalarına protesto amaçlı katılan ulusalcı söylemli kalabalıkları ve özellikle de bunlar arasında yer alan Veli Küçük’leri, Muzaffer Tekin’leri, Kemal Kerinçsiz’leri tehdit olarak görüyordu. Peki, ne oldu da bütün bunlar bir anda unutuluverdi ve soruşturmada kapsam dışı bırakıldı?
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ