Konuşulan sözler, yazılan yazılar, tavır ve davranışlar, aynı zamanda insanların sâhip olduğu latîfeler, mânevî değerler, ibâdet, zikir ve fikirleri Allah’a yaklaştırmıyorsa, o zaman insanlar evvelâ nefis muhasebelerini yapıp, kendilerini kontrolden geçirmelidirler.
Yaratılan bütün varlıkların en kâmili, en şereflisi olması itibariyle insan, en büyük kazanç elde etme şansına sâhipken, en büyük kötülüğü kendisine yapmış olur.
Bakara sûresi 220.âyette; “…Allah kimin iyileştirme gâyesi güttüğünü, kimin de işi bozmayı düşündüğünü pek iyi bilir...” ikâzı vardır.
Bakara sûresi 186.âyette Cenâb-ı Hak; “ (Habibim) Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ edenin duâsına icâbet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icâbet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki, doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” Buyurmaktadır.
Bakara sûresi 222.âyette de, “…Allah, tövbe ile kendisine dönenleri sever, temizlenenleri de sever.” iltifatı vardır.
Meseleler sâdece dünyâ boyutu itibâriyle ele alınıp, âhirette zerresinden hesap verme unutuluyorsa, onun kimseye faydası yoktur, zararı ise pek çoktur.
Hayat, gençlik, paha biçilmez bir kıymettir, dünyâ ile ölçülmez bir değerdedir. Emâneten sâhip olunan bu değerlere ikinci defâ sâhip olmak mümkün değildir. Öyleyse; yolda bulunmayan, satın alınmayan bu değerler israf edilmemeli ve çok iyi değerlendirilmelidir.
Nice insanlar vardır ki, âzâlarını hastalık veya kaza ile kaybetmişlerdir. Fakat, birçoğu itibâriyle yerine koyma ve tedâvi ettirme imkânı bulamamışlardır.
Kimileri aklını, hâfızasını; kimileri göz, kulak, dil ve elini kaybetmiştir. Felç olmuş eli ayağı tutmamaktadır. Dili konuşamamakta, gözleri görmemekte, kulakları da duymamaktadır. Bu insanlara, Allah’ın ilk yarattığı gibi âzâlarına, -dünyâ karşılığında- tekrar sahip olma teklifi yapılsa kabul ederler mi, etmezler mi?
Tanıdığım hâfız bir Hocaefendi vardı. Yıllarca her namazını hatimle edâ ediyordu. Bir anda hastalanarak hâfızasını kaybetti. Fâtiha sûresini bile okuyamıyordu.
Nice insanlar da vardır ki beklenmedik bir anda, zâlimlerin tasallutuna mâruz kalmakta; servetlerini, ev araba, makam ve mevkîlerini, şan ve şöhretlerini, en önemlisi de hürriyetlerini kaybedip esâret altında ezilmekte veyâ hayatları sona ermektedir.
Görülüyor ki, insanın sâhip olduğu her şey, hayâtı dâhil emânettir. Hesap edilmedik bir anda yâni, gençliğin baharında bile, Azrâil (as) kapıların tokmağına dokunabilir.
Dünyâda her insanın planları, projeleri vardır. Allah murât etmemişse, hiç biri gerçekleşmez. Murâd-ı İlâhi izin vermişse o zaman, insanın zorlanabileceği bir takım sıkıntılar da başına gelebilir.
Zirâ Allah (cc), “bir şeyi yaratmayı murat ettiği zaman o şeye ol der, o da oluverir” (Yâsin suresi, 82) Lihikmetin Allah takdir etmişse, onun önüne geçmeye muktedir olunamaz ama, mes’ul olmamak için sebeplere riâyet etme zorunluluğu vardır.
Musîbetlerin bir kısım hikmetleri vardır. Bunlar:
Günahlara keffâret olmanın yanında, Allah sabırları ölçmek, derece ve rütbeleri artırmak için imtihan etmeyi murat etmiş olabilir. Bazı musibetler de vardır ki, ihtar içindir; gayrın tarlasına giren koyunları ikaz için çoban taş atar. Aynen onun gibi kul başına gelen bu sıkıntılarla aczini itirâf eder ve tevbe ederek Cenâb-ı Hakk’a duâ edip yalvarır.
Çocuklar gelince, dini hükümlerle mükellef değiller ama, onlar şeriat-ı fıtriyye ile mükelleftirler. Meselâ, bir çocuk kuşun yuvasını bozmuşsa, kuşun yavrusunu öldürmüşse; daha sonra başını taşa vurup yaralanmışsa, bu sıkıntı o günahına keffârettir.
Bir de zahirî musibet gibi görünen, ama neticesinde büyük hayırlar bulunan öyle üzücü hâdiseler de vardır ki; mü’minler bunları sabırla karşılar, Allah’a tevekkül ve teslîmiyetle karşılar, yapılması gereken vazîfelerini îfâ ederlerse, böylece Allah kullarından hoşnut ve râzı olmuş olur.
Mü’minler Allah’ın nasîp ettiği îmânla nasıl mutlu ve huzurlu olmuşlarsa, aynı şekilde Allah, yeryüzünde liyâkatı olan kullarına da imanı tattırıp duyurabilme adına -cebr-i lutfî ile- hicret ettirir, bu vesîleyle dünyâ barışına katkıda bulunabilmeleri için ‘Hizmet’i, dünyâya tanıtmayı murât etmiş olabilir.
Efendimiz (sav); ‘Düşmanla (musibetlerle) karşılaşmayı arzu etmeyiniz. Allah’tan âfiyet dileyiniz. Fakat karşılaştığınız zaman da sabrediniz...’ buyurmuşlardır. (Buhari, Müslim)
Hayırlı hizmetlerde, bilhassa yaratılış gayesi olan ‘îman ve Kur’an hizmetinde mü’minler hak bildikleri yolda diklenmeden dik durmalı, geriye adım atmamalıdırlar. Bu yolda bütün imkanlarıyla seferber olup âdetâ yarışmalıdırlar.
Allah insanı bu iş için yaratmış. Bu vesîleyle de insan bünyesine yerleştirdiği muhtelif latîfeler gibi kıskankançlık duygusunu da güzel, mükemmel, müsbet yolda kullanmak için insana emânet etmiştir.
Böyle bir imkâna sâhip olan insan, ölümsüz ebedî âlemi, Mevlâ’nın rızâsını kazanma şansına sâhipken, insanoğlu bir çok yönüyle kazanma kuşağında kaybetmektedir.
İnsanların büyük çoğunluğu böylesine kıymetli bu ve benzeri cevherleri, basit dünyâ meselelerinde kullanarak zâyi ve israf etmektedirler.
Hz.Üstad, ‘Evet, inadın gözü kördür. Meleği şeytan şeytanı da melek gösterir’ buyurmaktadır. Halbûki inadın sebeb-i hilkati, hakta sebat etmek içindir. Bunun için bu duyguları, başta Allah ve Resûlüllah’a, ana, baba, eş, çocuklar ve bütün insanlara karşı verdiği sözde durma adına ve bu istikâmette kullanmalıdır.
Dil de ilâhî bir nîmettir. Kul her şeyini olduğu gibi, onu hayırda kullanmak zorundadır. Dil kalpten vize alarak konuşursa hakîkatlerin anahtarı olur. Dilini kontrol altına alan insan esâretten, tahripkâr olmaktan, kalp ve gönül yıkmaktan kurtulur. Zirâ söz, yaydan fırlayan bir ok gibidir, geriye dönüşü yoktur.
Kurdun meyveyi içten çürüttüğü gibi, insan da bu mânevî latîfelerini yanlış yerde kullandığı takdirde, başta kendini, âile ortamını ve topyekün bir cemiyeti çürütür ve mahveder.
Mehmet Ali Şengül