Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Mukaddes Yolun Kaderi
M. Fethullah Gülen Hocaefendinin Kehf Suresinin 13. ve 14. âyetleri için ortaya koyduğu izah, günümüze ve bilhassa yaşamakta olduğumuz süreç ile ilgili bazı hususlara dikkat çekici hüviyettedir. “Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar” isimli kitapta bulunan bu tesbitlerin 2000 yılında baskısı yapılan bu eserden aktarılması düşünülürse, çok seneler önce söylenmiş isabetli sözler olduğunu idrak etmemiz gerekir:
“Biz sana onların başından geçenleri, gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rabb’lerine iman etmiş gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık. Onların kalblerini metin kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasına ilâh demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.” (Kehf Suresi, 18/13-14) âyetleri hakkında Hocaefendi şöyle diyor: “Ashab-ı Kehf, Mağara Ashabı, Mağara Yârânı demektir. Bunların, Hz. İsa’ya ve İncil’e veya bir başka kitap ve peygambere tâbî oldukları söylense de Kur’an-ı Kerim’de zikredilmesinden hareketle diyebiliriz ki; Ashab-ı Kehf kıyamete kadar bütün dirilişleri temsil eden bir cemaattir. Çünkü bütün DİRİLİŞ HAREKETLERİNİN mutlaka bir tazyik ve bir de mağara dönemleri olmuştur ve olacaktır.” (EK= Aralık 2013 /4/5 de rüya M. Ak)
“Adedlerine gelince, Kur’an üç kişiye hayır, beş kişiye recmen bi’l-gayb (gayba, karanlığa taş atma; isabetsiz) diyor, yedi kişiye ise sükût edip, sekizincisi kelbleri diyerek yedi kişi olmalarına kapı aralar gibi bir üslub kullanıyor. Genelde buradaki ifade tarzının karakteristik özelliği de bunu bildirmektedir. Ayrıca burada şöyle bir nükte de söz konusu; Kur’an Ashab-ı Kehf’in sayısını yedi dedikten sonra, bir atıf vavı ile ‘Ve sekizincisi de kelbleridir’ diyerek, insan ile köpeğin birlikte cem olmayacağına işaret ediyor. Demek ki, köpek, âhirette Ashab-ı Kehf ile beraber Cennet’e girse de –ki, buna dair rivayet var – insanlar kendi hususiyetleriyle, köpek de kendi özellikleri ile girecektir…
“Şimdi başa dönelim ve âyeti hep birlikte bir kere daha mütâlaa edelim; “Size onların haberlerini gerçek olarak anlatıyor, hikaye ediyoruz.’ Onlar Rabbi’lerine gönülden inanmış bir FÜTÜVVET topluluğudur. Yürekleri ile YİĞİT, düşünceleriyle YİĞİT, davranışları ile YİĞİT, vicdanlarıyla YİĞİT ve bâtıla karşı başkaldırmak üzere METAFİZİK GERİLİMLERİ tam bir YİĞİTLER TOPLULUĞU… İşte bunlar çok az olmalarına rağmen, dinlerine sahip çıkma adına böyle hidayetten kaynaklı bir hareketi başlatıp niyetlerini engin tutunca Allah da onların hidayetlerine hidayet katar; cehd ve gayretlerine terettüp eden kesbî hidayetlerine, rahmetinin enginliği ile daha derin bir hidayet ilave ederek, onları tam anlamıyla bir fütüvvet topluluğu haline getirir… Getirir ve ‘Ve kalblerini metin kıldık’ fehvasınca onların kalblerini Kendi Nezdinden te’yidler (ve takviyeler) ile metin kılar ve artık bu insanların davalarında sâbit-kadem olabilmeleri (ayaklarını yere sağlam basabilmeleri, hiç kaymamaları), niyetlerinin derinliği ölçüsündedir ve hatta bazen apaçık Allah’tan destek almaları bile söz konusudur ki, bu da, kalbî itminana önemli bir vesile teşkil eder. RİBAT; Allah ile irtibat demektir. Gözlerini açıp kapayıp her an O’nu duyma, O’nu görme. O’nu hissetme, O’nun gücünü ve kudretini sezme ve daima O’nu arama. O’nu kollama… İşte bu mânâya işaret eden bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (S.A.S.) zor şartlar altında abdest alma, uzak mescidleri tercihte namaza giderken çok adım atam ve namazı kıldıktan sonra diğer namaz vaktini beklemeyi zikreder ve ardından üç defa: ‘İşte sizin için RİBAT budur’ der. Evet, işte sınır boylarında NÖBET TUTMA seviyesinde kendini HAK ile irtibatlandırma budur. Çünkü ribat, aynı zamanda sınır karakolu demektir. Öyleyse ‘Onların kalblerini metin kıldık’ -Biz onların kalblerini İlâhî irtibatla teyid ettik.’ demektir. Elbette böylesi irtibat itminana ulaşan insanlar hakperest, cesur ve fütursuz olacaklardır.
“İşte bu donanımlı insanlar, ‘Hakkı tutup kaldırmak için kıyam ettiler, ayağa kalktılar ve kalpsizliğe, mantıksızlığa baş kaldırdılar.’ Başkaldırmanın dünya literatürüne varoluş felsefecileri sayılan Sartre, Camus ve Marcuse ile girdiği bilinir. Ama bu, toplumun bütün örf ve âdetlerine, dînî ve ailevî telakki ve anlayışlarına saçma diyerek bir başkaldırmadır. Ancak Ashab-ı Kehfin başkaldırması hiç de öyle değildir. Onlar ‘Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir.’ deyip alternatif ikame ve inşâyı göstererek başkaldırıyorlar. Yani var oluşçuların yaptığı gibi bir yıkma bir kökten kazıma ameliyesi değil. Rab’le irtibatlandırılmış bir inşâ ve imâr ameliyesidir. Evet ‘Gökleri ve yeri yaratan ve herşeyi tesbih taneleri gibi evirip çeviren Allah’tır.’ diyerek, alternatif bir yenilenme hamlesiyle ayağa kalkıyorlar. Ardından da “Ondan başkasına alsa ilah demeyiz’ diyerek inançlarını haykırıyorlar. ‘Aksi takdirde biz saçma sapan konuşmuş ve kendimizi Hakikatten uzaklığa, şeytanî düşüncelere salmış oluruz.’ deyip bir kutlu süreci başlatıyorlar.”
Asr-ı Saadette Dârü’l-Erkam’da bir araya gelen gençler, şirke düşmüş topluma tevhid adına kıyâm edip Ashab-ı Kehf gibi dirence geçmişlerdi. Bir yetişme dönemi yaşıyorlardı. Nüve kadrolar işte böyle yetişiyorlardı.