HÜSEYİN ODABAŞI
İmam Hatip’te eğitim gördüğümden hayatımda pek çok defa minbere çıkıp hutbe okudum. Hatta ilk hutbeye biraz da babamın ayarlamasıyla köyümüzün camisinde çıktım. 16 yaşında var mıydım bilmiyorum. Caminin ruhani atmosferi hala zihnimde aklımda ve hatırımdadır. Hutbe esnasında babama gözüm iliştiğinde onun asil ve ciddi duruşundan destek alırdım. Hutbe bitince dağın yamaçlarından aşağı rüzgârın kollarına bırakmışım gibi kendimi rahat ve hafiflemiş hissederdim. Hutbenin basamaklarından inerken sanki bulutlara başım değecek gibi olurdu. Hutbe, hitabe böylece daha o yaşlarda hayatımda iz yaptı. Halbuki hiçbir zaman “görevli” olarak minberden hutbe okumadım. Fakat gençlik dönemimde hutbeyle, minberle tanışmam aklımda ruhumda derin izler bıraktı. Bu nedenle nerede hutbeyle alakalı bir şey duysam veya okusam hep dikkatimi çeker.
Çünkü sonra gördüm ve anladım ki, minber ve hutbe, bulunduğu Müslüman toplumun durumunu, halini, vaziyetini yansıtan bir parametredir, göstergedir. Peygamberimiz (sav) Mekke’de değil Medine'de hutbeye çıktı. Çünkü açıktan toplanıp dinlemenin Mekke'de olması mümkün değildi. Düşmanların şerrinden uzak böyle bir cemaat ancak Medine'de oluştu. Çünkü bir keresinde Peygamberimiz (sav) Kabe’de toplanan kalabalığa bir taşın üzerine çıkarak konuşan ve sonrasında onlardan zarar gören Ebu Zer’e: “Şimdi sen köyüne git Ya Ebu Zer. Zuhurumuzu (ortaya çıktığımızı) duyduğun zaman gel katıl. Şu an bizim için zararlısın” dedi. Minberde hutbe demek Medine demekti, cemaatin kalabalıklığı demekti. Peygamberlik (sav) atlasını tarif eden Bediüzzaman Hazretleri'ne göre de Medine minberdi Mekke de bir mihraptı:
“Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri...” (Sözler, On Dokuzuncu Söz)
Peygamberimiz (sav) ilk hutbelerini bir hurma kütüğünün üzerine çıkarak veya dayanarak verdi. Daha sonra birkaç basamaklı hutbe yapılınca yani minber, hurma bir deve gibi camide herkesin duyabileceği şekilde ağladı, inledi. Çünkü hurma kütüğü Resulullah’tan (sav) ayrı kalmanın acısına dayanamadı. Resulullah (sav) onun yanına gidip kucaklayarak teselli etmeseydi acısı inleyişi daha çok zaman belki devam edecekti.
“Resül-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam hutbe okunurken, Mescid-i Şerifte “ciz’un nahil” denilen kuru direğe dayanıp okurdu. Mescid- Şerif yapıldıktan sonra minbere geçtiği vakit; direk tahammül edemeyerek hamile deve gibi ses verip inleyerek ağladı.” Hazreti Enes tarikinde der ki: “Camuş gibi ağladı, mescidi lerzeye getirdi.” Sehl İbn-i Sa’d tarikinda der: “Hem onun ağlaması üzerine, halklarda ağlamak çoğaldı.” Hazreti Übey İbni’l Ka’b tarikinde diyor: “Hem öyle ağladı ki, inşikak etti.” (Maktubat 19. Mektup, Onuncu İşaret)
Bir defasında büyük bir ihtimalle ilk hutbe zamanlarında Peygamberimiz (sav) hutbe verirken Dıhye İbn Halife’nin kervanı Medine şehrine giriş yaptı. Deve kervanı demek herkesin ticaret olsun diye mal gönderdiği veya mallarının geldiği günümüzün nakliye tırları anlamına gelirdi. Yani bu kervanda hemen herkesin ya bir eşyası veya satın almak için uygun malları vardı. Hz. Dıhye (r.a) bir tellal çıkararak insanlara ilgili kervanın geldiğini ilan etti. Kervanın geldiğini duyan hutbe dinlemeyi terk etti. Bir rivayete göre sadece orada Peygamberimizi (sav) dinleyen Ebu Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte 12 kişi kaldı. Fakat ayet bu davranışı takbih etti. İşte bu vesile ile Cuma Suresi 11. ayet nazil oldu: “Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni (hutbede iken) ayakta bırakarak oraya yöneldiler. De ki: “Allah katında olan eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır. Ve Allah rızık verenlerin hayırlısıdır.” (Bedrettin Çetiner, Esbab ı Nüzul, sf, 881)
Demek iyi bir hutbenin önünde en önemli engel dünyalık ticaret ve eğlenceydi. Bu maniler bertaraf etmeden hutbenin hakkı verilemezdi. Daha sonraları hutbe esnasında değil mescidi terk edip uzaklaşmak o esnada yanındakiyle dünyalık konuşmak hatta konuşana “sus” demek bile yasaklandı: “Ebû Hüreyre (r.a)'dan Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “İmam hutbe okurken (yanındaki arkadaşına) "Sus!" dediğinde, boş konuşmuş (cumanın sevabını kaçırmış) olursun.” (Muttefekun Aleyh)
Hutbe esnasında da hutbede de boş konuşma olmamalıdır. Hatipten cemaate kadar mescidin içinde ibadet havası hâkim olmalıdır. Yani minberdeki hatip de camideki cemaat de hutbe esnasında boş, malayani, dünyaya, ticarete ve siyasete veya aktüaliteye ait konulardan bahsederek ibadet havasını bozucu davranışlardan kaçınmalıdır: “Mesela; bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeair-i İslamiye’yi, Arabiden çıkartıp her milletin lisanıyla söylemeyi, iki sebep için istihsan ediyorlar.
Birincisi; “Ta, siyaset-i hazıra avam-ı müslimine de o suretle de tefhin (anlatma) edilsin.” Halbuki siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatin hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i ilahi’nin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı aliye çıkabilsin.” (Sözler, 27. Söz, sf,645)
Fakat daha sonra bu ibadet duruluğu Üstadımızın da ifade ettiği üzere Emevîler döneminde bozuldu. Siyasi gerekçelerle propaganda öne geçti. Hatta Emevîlerin siyasi propagandalarını minberden dinlemeye tahammül edemeyen Müslümanlar Cuma'nın namazını kılıp hutbeyi beklemeden mescitlerden dağılır oldular. Emevî idaresi, de bu sefer cemaatin hutbe dinlemeye mahkûm etmek gayesi ile hutbeyi, Cuma namazının önüne çekti. Zira bu durumda hutbeden ayrılmak cuma namazından ayrılmak anlamına gelecekti. (bkz. Serahsi, el-Mebsut, 2/37)
Evet, Emevî idaresindeki Arap ırkçılığı ve siyaseti pek çok meselde dinî kriterlerinin üstüne çıkarma minberlere, yani hutbelerin içeriğine yansıdı. Mesela Haccac ı Zalim (661, 714), çıktığı minberden verdiği hutbesinde; “Şimdi, Allah’a yemin olsun ki şerri bulunduğu yerden kaldıracağım ve onu yok edeceğim. Ona misliyle karşılık vereceğim. Ben gerçekten olgunlaşmış ve koparılma zamanı gelmiş başlar görüyorum. Sâki için hazırlanan, sarıkların ve sakalların arasındaki kanlara bakıyorum… (Muhammet Selim İpek, Hatip Olarak El-Haccac b. Yusuf, Ekev Akademi Dergisi, sayı 57)
Emevî halifesi Ömer bin Abdülaziz (r.a) dönemine kadar peygamber minberinden bir kuralmış gibi Hz. Ali ve evlatlarına düzenli olarak küfredildi, hakaret edildi. Yani o günün Müslümanlığındaki Ali Beyt düşmanlığı doğal olarak hutbelere de yansımıştı. Kaynakların bildirdiğine göre Ömer Bin Abdülaziz “Ali b. Ebû Tâlib’e minberden lanet etmeyi terk etti. Bunu her tarafa yazarak bildirdi” (Yakubi, Târîhu Ya’kûbî)
Emevîlere (661,750) hasmane bir tutum sergileyen Ebu Hanife (699, 767) ve sevenlerinin etkisiyle fıkhında hutbelerden siyasi lafızlar ve mesajları temizledi, vacip ve sünnet lafızları muhkem bir kanun olarak vazetti. Selçuklu ve Osmanlı dahil artık hutbelerdeki sadet harici konular minberden sökülüp atıldı. Fakat Cuma namazının ve hutbesinin sıralaması aynen kaldı. Örneğin Selçuklu Devleti’nin Nizamiye Medreselerinin Baş Müderrisi İmam-u Gazali’nin tarif ettiği hutbenin mahiyetinde dünyalığa ve siyasi propagandaya yer yoktur:
“Birinci hutbede dört farz vardır: Biri hamd’dir. “Elhamdülillah” demek” kafidir. İkincisi Peygamber Efendimize salat ü selam getirmektir. Üçüncüsü, takva ile vasiyet etmektir. Dördüncüsü Kuran -ı Kerim’den bir ayet okumaktır. İkinci hutbede de bunlar farzdır. Ancak Kur’an okumak yerine dua edilmesi gerekir.” (imam Gazali, Kimya-yı Saadet, sf,120; Tercüme eden Ali Arslan). Fakat buradaki bilgiler Gazali Şafi mezhebine bağlı olduğundan Hanefilere göre değildir. Hanefilerde farz olan yalnız Allah’ı zikir etmektir.
Yukarıdaki hutbenin farz sıralamasındaki “takva ile vasiyet etmek” olan üçüncü madde siyaset, propaganda, aktüalite ve dünyalık konularının hutbede ele alınmasına manidir. Hutbenin konuları “usikum bi takvallahi” çerçevesinin dışına taşmamalıdır.
Said Nursî'nin otuz beş yaşında iken Suriye'nin başkenti Şam'da, Şam halkının ısrarı üzerine Emevi Camii'nde Hutbe i Şamiye namı ile etkili bir hutbe verir. Aslında bu çağa hitap eden fikir ve düşünceler manzumesi olan Risale -i Nur, tohumlar veya çekirdekler şeklinde bu hutbede ele alınır. Tecdit hareketi aslında bu hutbeyle başlar; bu ilk adımdır.
1960 yılında Üstadımız vefat ettikten sonra 70’li yıllarda minberden yeni ve gür bir ses yükseldi. Minberden yükselen Hocaefendi’nin sesi bütün Anadolu sathına yankılanarak yayıldı. Fakat şimdi ise o minberler yetimdir ve eziyet altındadır. Çünkü siyasetin kirli yalanları, iftiraları Anadolu’nun minberlerini son 10 seneden beri zapt u rapt altına aldı. Emevî dönemindeki minberlerden hutbe adı altında Al-i Beyt’e (peygamber sülalesine) karşı yapılan karalama, iftira ve yalanların aynısı bugün Anadolu’nun masum insanlarına yapıldı yapılıyor. Fakat Allah büyüktür, her gecenin bir nevbaharı vardır.