Üstad Bediüzzaman Hazretleri İhlas Risalesinde ölümü düşünmekle ilgili şöyle diyor:
“Ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, ‘râbıta-i mevt’ (ölümle irtibat hâlinde olmak)tır. Evet, ihlası zedeleyen, riyaya ve dünyaya sevk eden, uzun emel ve tükenmez hırslı istekler olduğu gibi, riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran ölümle râbıtalı olmaktır. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fani olduğunu mülâhaza edip, nefsin sinsi hilelerinden kurtulmaktır. Evet ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’an-ı Hakîm’in ‘Her canlı ölümü tadacaktır.’ (Âl-i İmran Suresi, 3/185) ‘Hiç şüphe yok ki, sen de öleceksin, onlar da ölecekler.’ (Zümer Suresi, 39/30) gibi âyetlerinden aldığı dersle, ölümü daima hatırda tutup haramlardan uzak olmayı mânevî yolculuklarında esas tutmuşlar, uzun emel ve arzuların kaynağı olan dünyada sonsuz kalma zannını o ölümü düşünmeyle izâle edip gidermiştir. Onlar farazî ve hayâlî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip… Yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne kötülük emreden nefis o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerden bir derece vaz geçer. Bu rabıtanın faydaları pek çoktur. Hadiste ‘Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!’ (Tirmizi) diye bu ölüm râbıtasını ders veriyor.” (Yirmi Birinci Lem’a)
Bu hususta Yunus Emremizin çok güzel ifadeleri var:
“Teferrüç eyleyû vardım (Ferahlanmak için gezintiye çıkmıştım):
Sabahın sinleri gördüm.
Karışmış kara toprağa,
Şu nazik tenleri gördüm.
Çürümüş toprak olmuş ten,
Sin içinde yatar pinhan
Boşanmış damar, akmış kan,
Batmış kefenleri gördüm.
Bar tutmuş söylemez olmuş.
Ağızda dilleri gördüm
Soğulmuş şol kara gözler,
Belirsiz olmuş ay yüzler
Kara toprağın altında,
Gül deren ellleri gördüm.
Kimisi boynunu eğmiş.
Tenini toprağa salmış
Anasına küsüp gitmiş.
Boynunu buranları gördüm.
Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış dilleri
Gelin duada unutman bunları
Ne söylerler, ne bir haber verirler.
Yunus der ki, gör takdirin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Başları ucunda HECE TAŞLARI
Ne söylerler ne bir haber verirler.
Tutmaz olur tutan eller
Çürür şol söyleyen diller
Sevip kazandığın mallar,
Vârislere kalır bir gün.
Doğru varırdı yolları
Kalem tutardı elleri
Bülbüle benzer dilleri
Dânişmend âlimler yatar
Elleri durur kınalı,
Hem karavaşlu dayelu
Kara gibi kara saçlı
Gül yüzlü hatunlar yatar.
Uşakçıklar, oğlancıklar
Oynar güler bülbül gibi
Ayrılmışlar; anaları
Sinlerini bekler, yatar,
Hani ol şirin sözlüler,
Hani ol güneş yüzlüler
Şöyle kaybolmuş bunlar
Hiç belirmez nişanları
Bunlar bir vakit beyler idi,
Kapıcılar korlar idi
Gel şimdi gör, bilmeyesin.
Bey hangidir, ya kulları.”
Bundan dört, beş sene önce Isparta İslam Köyde ziyaret ettiğimiz merhum Hasan Efendi bizlere çocukluk hatıralarını anlatırken şöyle demişti:
“Ben ilkokula giderken, Üstad Hazretlerinin talebelerinden Hafız Ali Ağabeye gider, Kur’an ve yazı dersleri alırdım. Bir gün sabahleyin yanına vardığımda ağlıyordu… Bana dedi ki: ‘Hasan! Dağlara çıkıp bağırmak istiyorum… Bugün sabah namazından sonra kabristana gitmiştim. Yasin okudum… Birden bir inkişaf oldu. Mezarlardakilerin hâli bana ayân oldu. Bazılarının hiç azıkları yok. Çok perişanlar… Hallerini görsen yürek dayanmaz… Buradan hiç hazırlıklı gitmemişler. Dağlara vurup, bağırasım geliyor!..”
Denizli Hapisanesinde yatarken hastalanıp vefat eden Hafız Ali Ağabey, aslında kalb gözü açık bir keşfelkubur (kabirlerde olanları keşfeden) veli idi… Gerçekten nümûne-i imtisal bir ihlâs kahramanı idi. Onun için görüp söyledikleri hep ibret vesilesidir.
Safvet Senih