İşte "Mezalime sevap elbisesi giydirme çabası olarak Diyanet'in raporu" başlıklı o makale...
Bir Müslümanın şahıs ve olayları İslam Dini’nin kriterleri ile değerlendirmesi onun hem hak, hukuk ve hakkaniyete hem de inandığı değerlere bağlılığın bir neticesi ve göstergesidir. Yüce Mesaj’ın değerleri ile toplumu aydınlatma vazife ve konumunda onların mesuliyetlerinin ne derece önemli olduğunu ise açıklamaya gerek yoktur. Özellikle dini değerlerin mezalime ve hukuk katliamlarına alet edilmek istendiği zamanlarda doğru öğretilip, doğru yorumlanması, hayatî önem taşımaktadır.
Bu açıdan Din Işleri Yüksek Kurulu’nun Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İslamî değerlere bağlılığını sorgulama çalışmasını hangi şartlarda, niçin ve hangi kıstasları esas alarak yaptığına bakmak gerekir. Zira eğer diyanet, olayları ve şahısları dini açıdan analiz ederek toplumu aydınlatmayı vazife addediyorsa, bunu dinin temel kriterlerini esas alarak yapmak zorundadır.
Dinin temel prensiplerini esas almanın yanında dikkat edilmesi gereken ikinci husus da sorgulanacak olaya ya da kişinin düşüncelerine bir bütün olarak bakmaktır. Olayın bir kesitini, ya da şahsın bir cümlesini alarak hükme varmak asla doğru netice vermez. Böyle parçacı bir yaklaşım hem hak ve hakikate, hem de ilmi çalışma usullerine aykırıdır. Bu ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.
Biz bu yazıda, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun hazırlamış olduğu raporun, hizmet hareketi mensuplarına uygulanan sistemli ve müteselsil zulümlere dini meşruiyet kazandırma manasına geldiğini göstermek istiyoruz.
İslam dini, can, din, akıl, nesil ve malın muhafazasını olmazsa olmaz (zaruriyat-ı hamse) temel esaslar olarak kabul etmiştir. (Razi, Mahsul, 5/110; Âmidî, el-Ihkam fi usuli’l-ahkam, 3/274; Şatibi, Muvafakat, 2/20; Ibn Emir Hac, et-Tahrir ve’t-tahrîr, 3/231)Yani bu beş esası korumak, onları ihlal ve ifsat edecek zararları defetmek dini ahkamın temel gayesidir. (Şatibi, Muvafakat, 2/18) Aslında bütün semavi dinler, Zaruriyat-ı hamse denilen bu esasları korumayı hedefler. (Şatibi, Muvafakat, 2/18) Nitekim bu durum pek çok hukuk sisteminin de temelini oluşturmuştur. İslam’ın hukuk ve ahlak sistemi bu değerlerin korunması ve ona göre bir şahsiyet inşası üzerine temellendirilmiştir.
Bu girişten sonra hizmet gönüllüleri ve sempatizanlarının maruz kaldığı muameleleri hukuk ve ahlak sisteminin temel esasları açısından değerlendirmeye başlayabiliriz.
1. Canın (nefsin) korunması
Korunması gereken değerlerin başında insanın nefsinin/canının muhafazası gelir. İnsanın suçsuz yere öldürülmesinin yasaklandığını pek çok ayette görürüz. (En’am, 6/151; İsra, 17/33; Tekvîr, 81/8-9; Furkan, 25/68)Yüce Mesaj’da masum bir insanın öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesine; bir insanın ihyası da yine bütün insanlığın ihya edilmesine denk tutulmuştur. (Maide, 5/32) Kur’an’da kasten bir Müslümanı öldüren başka hiçbir suça karşı ifade edilmeyen en büyük cezalarla tehdit edilmiştir. (Nisa, 4/93) Yine Kur’an’da insanlara eziyet edenlerin çok büyük bir günah ve vebal yüklendikleri bildirilmiştir. (Ahzab, 33/58)
İslam insan hayatının muhafazası için belli esaslar getirmiştir; delilsiz, mesnetsiz kişinin hayatına ve hukukuna eziyet, tecavüz ve katl kesinlikle yasaklanmıştır. Bu itibarla delille suçu sabit olan insanların cezalandırılması hak ve adalet olduğu gibi hiçbir delil olmadan cezalandırılması da çok büyük bir zulüm olarak kabul edilmiştir. (Ahzab 33/58)
Durum böyle iken cebinde bir dolar bulundu, falan şahıs ismini verdi (hangi gerekçe ile verirse versin), falanın akrabası, filana bağlılığını ifade etmemesi gibi sebeplerle on binlerce insanın tutuklanması, hayatın korunması emrine zıttır. Aynı şekilde aylarca yıllarca işkence altında onur ve şahsiyetlerin yerle bir edilmesi gibi zulümlerin dinden cevaz alması söz konusu değildir. Söz konusu olamaz; zira İslam'da ve bütün hukuk sistemlerinde cezalar şahsîdir. Suç fiilini kim işlemiş ise o suçludur, cezayı da yalnız o çeker. Bir insanın suçundan ötürü onun yakınları, dostları, tanıdıkları cezalandırılamaz. Kur'an bu temel disiplini gayet net bir şekilde defaatle vurgulamıştır: "Hiç kimse başkasının günahını çekmez" (En’am, 6/164; İsra, 17/15; Fatır, 35/18). Suçlunun yerine bir başkası; onun ailesi, yakınları, dostları, tanıdığı, selam verdiği kimseler kesinlikle cezalandırılamaz.
Masum insanların cezalandırılması, hukukun temelini oluşturan “Beraet-i zimmet asıldır.” prensibine de terstir. Bir insanın suç işlediği delil ile sabit olmadıkça o kimse masumdur. “Önce cezalandıralım, işkence altında alınan ifadelerle delil oluşturalım.” muamelesini ne din ne hukuk ne de insanî değerlerle bağdaştırmak mümkündür.
Bu itibarla delilsiz tutuklamalar, tutukluların feci işkenceler altında ve tecavüze maruz kalarak can vermesi gibi hususlar dinin olmazsa olmaz kabul ederek, birinci dereceden koruma altına aldığı nefsin (canın) muhafazası esasına karşı işlenmiş bir cinayettir. Hele canı burnundaki hamile kadınların, anne karnındaki yavruların, kundaktaki bebeklerin, tekerlekli sandalyedeki sakat ve yaşlıların hayatlarının karartılması ne İslam’dan, ne hukuktan ve ne de insanlıktan onay alabilir. Değil zaruriyat-ı hamse açısından, pek çok mezalim içinden sadece 17 bin baş örtülü dindar kadının zindanlara tıkılması, bazılarının tacize, tecavüze maruz kalması, 560 bebeğin zindanda sağlıksız koşullarda anneleriyle veya annelerinden ayrı zulüm görmesi hiçbir dini kriter ve kıstas ile izah edilemez. O yüzden “Halifeye biat etmediler dolayısıyla bunları hak ediyorlar!?” manasına gelen hezeyanlara sığınmak zorunda kalıyorlar. (Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 4 Ağustos 2017)
2. Dinin korunması
Dinin korunması -Cibril hadisinde ifade edildiği üzere- onun üzerine temellendirildiği iman (inanç esasları), İslam (dinin ibadet ve muamelat ile ilgili değerleri) ve ihsan (kalp ve ruh hayatı, ahlakî değerler)ın muhafazası demektir. (Şatibi, Muvafakat, 4/347) İslamî değerlerin ana blokajı olan bu üç temel ile ilgili pek çok ayet ve hadis vardır. Bu değerlerin muhafazası, bir taraftan onların doğru olarak anlatılmasını, temsil edilmesini gerektirdiği gibi diğer taraftan da Müslümanların inanç ve akidesini bozacak, ifsat edecek, pratik hayatta dini değerleri tahrip edecek yorum ve davranışlardan korunması demektir. Dinî değerlerin korunması aynı zamanda Müslüman kimlik ve şahsiyetinin de muhafazası manasına gelmektedir.
Bugün Türkiye’de dört noktadan din ve Müslüman şahsiyetinin tahrip edildiği gözlemlenmektedir:
a. Mabetlerin siyasileştirilmesi.
Semavî değerlerin kuvvet ve siyasetin emrine verilerek nameşru icraatlara dinden meşruiyet kazandırılmaya çalışılması, insanların vahiy kültürü ile beslenme yeri olan mihrap ve minberlerin bir siyasi partinin propaganda merkezi haline getirilmesi bu arada hak ve hakikati ifade etmek isteyenlere hayat hakkının tanınmaması (hırsızlık haram diyen imamların görevden atılması veya sürgün edilmesi) dinin muhafazası değil, tahribi manasına gelir.
b. İnanç esaslarının tahrip edilmesi
Dinin muhafazasında ilk sırada inanç manzumesi gelir. İnanç manzumesinin rüknü aslisi de tevhid akidesidir. İslam inancına göre Allah vardır, birdir, zatî ve sübutî sıfatlarla muttasıftır. Yüce Allah; zatı, sıfatları ve esmasıyla kullara benzemekten münezzehtir. O’na mahsus özellikler kullara verilemez.
Dinin korunması rüknünün perspektifinden bakıldığında “Bir insanın Allah'ın bütün vasıflarını üzerinde topladığı”[1], “ona dokunmanın bile ibadet olduğu”[2], “rahmetinin gazabını aşacağı”[3] gibi milyonların önünde sarf edilen tevhid ve uluhiyet inancına muhalif sözlerin ne kadar dinin ruhundan uzak olduğu ve şirk koktuğu bellidir.[4]
DİB’nın bütün bunlara sessiz kalması dinin temel esaslarına göre değil, siyasi emirlere göre değerlendirmeler yaptığının açık delilidir.
Oysa ki kıdem (ezelî), beka (ebedî), muhalefetün li’l-havadis gibi Allah’ın zati ve sübutî sıfatları hangi fani için söz konusudur ki belli bir insana verilsin! Hemen her Müslümanın ezbere bildiği İhlas suresinde Allah’ın “Samed” olduğu bildirilmektedir. Samed, herşeyin kendisine muhtaç olduğu halde kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ganiydir. Bu vasıf hangi insanda vardır?
c. Helal-haram hassasiyetinin tahrip edilmesi
Dinin pratik hayattaki emir ve yasakları, helal-haram hassasiyeti üzerine temellendirilmiştir. Helal-haram bahsinde kul hakkına ve kamu hakkına riayet hayati bir önem arz etmektedir. Hakikat böyle iken “Yolsuzluk yapana kim hırsız derse yalan söylemiş, iftira etmiş olur.” (Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 21 Aralık 2014)manasına gelen, hak ihlallerini, yolsuzlukları ve gasbı şirin gösteren yorumların en üst perdeden seslendirilmesi karşısında DİB’in sükût etmesi ne manaya gelmektedir?
Oysaki İslam’da kamu hakkı Allah hakkı kabul edilmiştir. Devlette, kamuda çalışan insanların konumlarını, nüfuzlarını kullanarak, yolsuzluk yaparak haksız kazanç elde etmeleri Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gulül (ihanet) olarak nitelendirilmiştir.[5] Ayet-i kerimede de gulül yapanların ahiretteki feci akıbetleri bildirilmiştir: “Her kim hıyanet edip de ganimetten veya kamuya ait hâsılattan bir şey aşırır, bunu da gizlerse, kıyamet gününe o vebalini aldığı şeyler, boynuna asılı olarak gelir.” (Âl-i İmrân, 3/161.)
Kur’an’ı hayatıyla, sözleriyle tefsir ve temsil eden Allah Resulü, bir insanın konumunu kullanarak haksız kazanç elde etmek istemesi karşısında çok net bir tavır koyarak şöyle buyurmuştur: “Eğer bu adam doğru söylüyorsa, anasının veya babasının evinde otursaydı bunlar ona gelir miydi?” buyurmuştur. (Buhari, eyman, 3; Ebu Davut Edep, 17.)
Fıkıh kitaplarında Peygamber Efendimiz’in bu uygulaması kamu çalışanlarının konumlarını kullanarak rüşvet, irtikap, ihtilas gibi değişik yolsuzluklarla kendilerine haksız kazanç elde etmelerinin uygun olmadığına delil olarak zikredilmiştir. Hatta bahsi geçen kimselerin vazifesi icabı görüştükleri insanlardan borç almalarının, eşyalarını ödünç alarak kullanmalarının hatta teberru, bağış bile kabul etmelerinin uygun olmadığı üzerinde durmuşlardır. (Ibn-i Abidin, Reddu’l-muhtar, 5/372; İbn Nüceym, Bahru’r-raik, 6/304; İbnü’l-Hümam, Fethu’l-kadir, 7/272)
Tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kamu malının değişik yolsuzluklarla hortumlanmasına dinden meşruiyet kılıfı giydirilmeye teşebbüs edilmesi dinin ve Müslüman şahsiyetin genetiğini ifsat etmek demektir.
d. İnfakın tabiatının ifsat edilmesi
İslam’da mali ibadetler infak[6] , zekat[7] ve sadaka[8] isimleri altında emredilmiş ve infak edenlerden[9], zekat verenlerden övgü ile bahsedilmiştir.[10]Hatta mali imkânı olmayanlara bile Peygamber Efendimiz tarafından “Bir yarım hurma bile olsa Allah rızası için infak ederek kendinizi cehennem ateşinde kurtarın.” tavsiyesinde bulunulmuştur. (Buhârî, zekât 9, 10, menâkıb 25, edeb 34; Müslim, zekât 66-67.) Zekat, sadaka ve infakın kimlere verileceği de yine Kur’an’da bildirilmiştir: “Sadakalar, (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan (zekât toplayan) memurlara, kalbleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allâh yolunda olana ve yolcuya mahsustur. Allah tarafından kesin olarak böyle farz buyuruldu. Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). (Tevbe, 9/60) Dolayısıyla bir Müslüman yukarıda zikredilen sıfatlara sahip kimselere zekâtını, sadakasını verebilir. Belli bir şahsa, gruba veya siyasi oluşuma verilmesi gerekir gibi bir kayıt söz konusu değildir. Dolayısıyla birçok grup zekat ve sadaka toplayıp, hizmetlerinde kullandığı halde –Diyanet de dâhil- hizmet hareketi mensupları yapınca nasıl terör parası sayılabilir?
Durum böyle iken dişinden, tırnağından, helal kazancından artırarak talebeye, yardıma muhtaç olanlara el uzatan hayırsever hizmet insanlarını “terörist” gibi göstermek ne ölçüde dinin ruhuna uymaktadır?! Zikredilen mali ibadetler belli bir siyasi partiye ve onun hoş gördüğü insanlara verildiğinde mi makbul olmaktadır? Hangi ayet, hadis ve fıkhi prensip bunu ifade etmektedir?
3. Aklın korunması
İslam dini’nin korunmasını emrettiği değerlerden biri de akıldır. Bir insanın mükellefiyeti ve ilahi mesaj ile muhatap olması aklının kıvamına ve işlevine bağlıdır. Bu itibarla Kur’an, aklın fonksiyonlarını ifsat eden, sarhoşluk veren maddelerin kullanımını haram kılmıştır. (Maide, 5/90) Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), her çeşit müskir (sarhoşluk veren) ve müfettiri (vücutta gevşeklik meydana getirerek insanın direncini azaltan ve geçici bir haz vermekle birlikte bünyeyi içten içe tahrip eden şey) yasaklamıştır. (Ebû Dâvûd, eşribe 5; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/309.) Bu sayılanların yanında insan aklının fonksiyonlarını iptal eden her şey haramdır.
Islam Dini’nin korunmasını olmazsa olmaz bir değer olarak emrettiği aklın korunması zaviyesinden bakılınca hapsedilen insanların ilaçla, işkenceyle, aklının, muhakemesinin ifsat edilmesi hem dine hem de insana karşı işlenmiş büyük bir suçtur. Islam dini’nin değerlerini anlatma, temsil etme konumunda olanların buna ses çıkarmaması hatta onaylaması ne derece dinin ruhuna uygundur?
4. Neslin/ırzın Korunması
İslam dini, neslin, ırzın korunmasını getirdiği ahkâm ile koruma altına almıştır. Neslin korunması temelde kadın-erkek birlikteliğinin ancak sahih evlilik yoluyla olabileceği esasına bağlanmıştır. Böylelikle hem insanların iffeti, onuru hem de bu meşru yolla çocuk edinme muhafaza altına alınmıştır. (Nur, 24/32)Nesli ifsat eden, insan haysiyet ve namusunu dinamitleyen zina (Isra, 17/32) ve fuhuş (Nahl, 16/90) haram kılınmıştır. Bu cümleden olarak insanları zinaya bağımlı hale getiren ve nesilleri perişan eden müt’a nikahı (geçici evlilik) da haram kılınmıştır. (Mü’minun, 23/5-7; Mearic, 70/29; Buharî, Megazi 38, Nikah 31, Zebaih 28, Hiyel 3; Müslim, Nikah 29)
Dindar, iffetli, namuslu kadınların zindana tıkılması, nezarethanelerde tacize ve tecavüze maruz kalması dinin olmazsa olmaz bir esas kabul ettiği neslin ve ırzın korunmasına karşı işlenmiş korkunç bir cinayettir. Hilafetin ihyası, Müslümanların temsili ve dindar nesil yetiştirme iddiasındaki bir iktidar hangi gerekçe ile kadın-erkek demeden ırz ve namusları çiğneyebilir? Bu iddialarla fiiller arasındaki tezat hangi dini esas ile açıklanabilir? Hiçbir gerekçe ile açıklanamaz. Zira Allah Resulü “Müslümanın diğer Müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır. (Müslim, Birr, 32.; Ebu Davud, Edeb, 35.)” buyurmuştur.
Sünnî mezhepler müt’a (geçici birliktelik) nikahının haramlığında ittifak etmişlerdir. Ne var ki din ve diyanetin temsilcisi kurum tarafından hazırlanan tefsirde müt’a nikahına karşı net bir tavır alınmayıp kapı açık bırakılmıştır. (Kur’an Yolu, Nisa, 4/24. Ayetin tefsiri) Bu tutum neslin korunması esasını delerek bir kırılma meydana getirmiştir. Gösterilen tepki üzerine sonraki baskıda biraz daha kapının kapatılması yoluna gidilmiştir. Maalesef Ehl-i Sünnet ulemasının net duruşu sergilenmemiştir.
Bu arada DİB’nın, müt’a nikahı hakkında bir müslümanın “samimî olarak, ictihad veya taklit yoluyla farklı görüşte olanlara da fâsık diyemez.” (Yazının linki) görüşünü serd ederek geçici birlikteliği mübah gösteren Hayrettin Karaman’a herhangi bir cevap verme lüzumu duymaması da üzerinde durulması gereken bir husustur. Zikrettiğimiz bu iddiadaki “fasık diyemez”ifadesi günaha girmemiştir, dinin ruhuna uygun hareket etmiştir, manasına gelir. Neslin, ırzın korunmasını tahrip eden bu yaklaşımı sükut ile karşılamak kabul manasına mı gelmektedir? Kabul edilmiyorsa neden gayet net bir şekilde “müt’a nikahı haramdır, cevaz verilemez denilmemektedir!?” Bu konuda net konuşamayanlar Efendimizin zina konusunda ruhsat isteyen kişiye verdiği cevabı hatırlatarak soracak olursak “Kendi kızlarına, kız kardeşlerine, teyze ve halalarına (Hanbel Ahmet, Müsned, 5/256.)” mut’a yapılmasına razı olurlar mı?
5. Malın korunması
Malın muhafazası helal yollarla nemalandırılması, telef ve zayi olmaktan korunması demektir. İslam helal dairede mal kazanmayı teşvik etmiştir. (Mülk, 67/15); Hırsızlık (Maide sûresi, 5/38), rüşvet ((Bakara 2/188; Mâide 5/42; İbn Mâce, “Ahkâm”, 2; Ebû Dâvûd, “Akzıye”, 4; Tirmizî, “Ahkâm”, 9), gasp gibi gayr-i meşru yollarla mal edinmeyi (Nisa, 4/29) haram kılmıştır. Aynı şekilde gulül, yani ganimet malından aşırmak, kamu malından gizlice bir şeyler alma, devlet malında suistimalde bulunmak da haram kılınmıştır. (Âl-i imran, 3/161) Bir Müslümanın başkasının malını batıl yollar ile yemesi yasaklanmıştır. (Bakara, 2/188)
Helal yollardan mal kazanma yerine insanların dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği mallarının üstüne çökmenin helal olmadığı peygamber Efendimiz tarafından gayet açık, hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmaksızın ifade edilmiştir: “Bir Müslümanın malı ancak gönül hoşnutluğu ile verdiğinde helâldir.”(Darakutni, Sünen, 3/424; Beyhaki, Şuabu’l-iman, 7/346)
Dolayısıyla insanların rızası olmadan onların mallarına, mülklerine çökmek, gasp etmek ve başkalarına peşkeş çekmek hangi ayet, hadis ve fıkhî disiplin ile telif edilebilir. Gasp edilen malın sözüm ona bir cemaat veya bir müftü tarafından kullanılması da -zatında haram olduğu için- ona meşruiyet kazandırmaz.
Bazı âlimler korunması gereken bu beş esasa “hürriyet”i de ilave etmişlerdir. Zira hürriyet olmadan canın, dinin, aklın, neslin ve malın korunması mümkün değildir. Zikredilen bu değerlerin korunması ancak insanın hür olmasına bağlıdır. Bu itibarla insan hürriyetinin muhafazası, korunması gereken değerlerin temelini oluşturmaktadır. Ona denk başka bir değer yoktur. (Nevevi, Mecmu, 13/272; Ibn Aşur, Makasidu’ş-Şerîa, s.280)
Şimdi insan hürriyetinin korunması açısından bakıldığında on binlerce hizmet gönüllüsünün, onları sevenlerin, sempati duyanların veya yakınlarının hiçbir delil olmadan hürriyetlerinin ellerinden alınması dinin ve hukukun ruhuna uygun mudur? Yaşlı piri faninin, hamile kadının, çocuğun, kundaktaki bebeğin, engellinin zindanlara hapsedilerek hayat haklarının ellerinden alınmasının delili nedir? Önce insanların hürriyetlerini ellerinden almanın, sonra da iddianame ve delil oluşturmanın dini, hukukî, insanî bir mesnedi var mıdır? Birilerinin keyfî dine rağmen din adına fetva vermesi yapılan zulümlere meşruiyet kazandırır mı?
İslam âlimleri, dini değerleri, batıl yollara alet eden, helali haram, haramı helal, gayr-i meşru uygulamaları meşru imiş gibi göstermeye çalışan kimsenin zararlarından toplumun korunması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Yönetim ve saltanatın gayri meşru uygulamalarına meşruiyet kazandırmak için fetva verenlerin görüşlerine itibar edilmemesini hatta yasaklanması gerektiğini söylemişlerdir. Bu tür vasıflara sahip olan sözüm ona din alimine “müfti-i mâcin” demişlerdir. (Serahsi, 24/157; Kesani, Bedaî, 7/169; Damad, Mecmau’l-enhur, 7/338)
Dinin korunmasını emrettiği temel esaslar yerle bir edilirken DİB’in ses çıkarmayıp, tam tersine bu mezalime sevap elbisesi giydirmeye çalışması tarihte emsaline az rastlanır bir sukûttur. Müslümanlar genellikle zulüm, zalim denilince hemen Haccac-ı Zalimi hatırlarlar. Aşağıda arz edeceğimiz örnek daha ne Haccacların olduğunu göstermesi bakımından yeterince bir kanaat veriyor olsa gerektir.
Haccac zamanında isyana katılan bir şahsın masum kardeşi suçlu ilan edilmiş, vazifesinden atılmış, evi başına yıkılmış, maaşı da kesilmişti. Mağdur olan bu kimse gelip durumunu Haccac’a anlatmıştı. Haccac, yapılanları mazur göstermek için kendince delil getirmiş ve şöyle demişti : “Sen şairin şu sözünü hiç işitmedin mi?! “Suçlu sana karşı cürüm işleyen kimsedir. Fakat devedeki uyuz hastalığı bazan sağlama da geçer. Nitekim bizzat suçu işleyenin kurtulduğu fakat onun masum akrabasının onun yaptığı cürümden dolayı yerine derdest edilip cezalandırıldığı pek çok kimse vardır.”
Bunun üzerine mazlum şahıs “Ey emir! Ben Allah Teâlâ’nın Kur’an’da şairin bu sözünün tam tersini söylediğini görüyorum. Allah’ın sözü şairinkinden daha doğrudur. Bunun üzerine Haccac, Allah ne buyuruyor diye sordu. İlgili şahıs mealini vereceğimiz şu ayetlerle cevap verdi; “Yusuf’un kardeşini alıkoyması karşısında, onlar şöyle dediler:"Aziz vezir! Onun pîr-i fanî bir babası var (Bu küçük evladını kaybetmeye dayanamaz), onun yerine bizden istediğini alıkoy. Gerçekten seni anlayış gösteren, iyilik sever insanlardan olarak görüyoruz! Yusuf: "Biz malımızı kimin yanında bulmuşsak ancak onu alıkoyarız. Başkasını tutmaktan Allah’a sığınırım. Çünkü biz öyle yaparsak zalimler arasına girmiş oluruz!" (Yusuf, 12/78-79)
Haccac-ı Zâlim Kur’an’ın verdiği mesajı insafla karşıladı ve şu talimatı verdi: “Bunun ismini divana yazın, eski vazifesine tekrar başlatın, evini yeniden yapın, kendisine de maaş bağlayın” Haccac bununla da yetinmeyerek bir münadiye emredip sokaklarda “Allah doğruyu söylemektedir. Şair ise yalancının tekidir.” diye nida ettirmiştir. (ibn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 9/144; 124; Ibn-i Asakir, Tarih-i Dımeşk, 12/145)
Haccac-ı zalimi gölgede bırakacak mezalim işlenirken bunlara dinden kılıf giydirmeye çalışmak; dünyevi makam, mevki ve menfaat için dini değerleri ve ahireti feda etmek demektir. Kur’an, “bile bile dünya hayatını ahirete tercih ederler ” buyurarak bu şekilde hareket etmeyi inkar edenlerin bir özelliği olarak zikretmiştir. (İbrahim, 14/3) Peygamber Efendimiz de bu vasıftaki kimseler hakkında, “Dünya menfaati için dinini satar” buyurmuştur. (Müslim, iman, 186)
Dini değerleri, ahiret hayatını geçici dünya hayatının menfaatlerine tercih etmenin en önemli sebeplerinden birine Yüce Mesaj şu şekilde işaret etmektedir: “Sizden önceki nesillerde, dünyada fesat ve düzensizliği menedecek, böylece onları helâk olmaktan koruyacak idrâk ve fazilet sahipleri bulunmalı değil miydi? Onların içinden görevlerini yaptıklarından ötürü kurtardığımız az kimse var. Zulüm yapanlar ise alıştıkları ve küstahlaştıkları lüks saltanatının peşini bırakmadılar ve hep mücrim ve günahkâr oldular.” (Hûd Sûresi, 11/116)
Dini ve diyaneti temsil konumunda olan insanların Islam’ın korunmasını emrettiği değerlere karşı bir zulüm yapıldığında bunun yanlışlığını anlatmaları vazife, inanç, ilim ve şahsiyetlerinin bir gereğidir. Bunun aksine hareket ederek hayatını İslam’ın tanınmasına, bilinmesine ve sevdirilmesine adamış, kitapları kırktan fazla dünya diline çevrilmiş, fikir atlası üzerine onlarca master, doktora tezi, sempozyum yapılmış ve dünya uleması tarafından takdirle yad edilmiş Fethullah Gülen’i, parçacı, kesip yapıştırarak başka bir şekle koyarak tadlil etmeye yeltenmek ona ve sevenlerine yapılan mezalimi bir manada meşru göstermektir. Yapılan mezalime sevap elbisesi giydirmeye çalışmaktır.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerinden parçacı bir yaklaşımla altından üstünden kesip çarpıtarak “tadlil” ve “tekfir” çıkarmaya çalışarak, mezalime meşruiyet kazandırmaya yeltenmek zulümdür. Oysaki Kur’an, “Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın! Yoksa size ateş dokunur.” (Hud, 11/113) ayetiyle zulme değil yalnız âlet ve taraftar olanı, belki en küçük bir meyil ve sempati duyanları dahi dehşetle ve şiddetle tehdit etmektedir. Çünkü küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür. (Bediüzzaman, Mektubat, 28. Mektup, 2. Nokta)
Dünden bugüne dini, makam, mevki, dünyevî menfaat ve gücün emrine veren kapıkulları olmuştur. Kur’an’da bildirildiği ve tarihte de kaydedildiği üzere ebedî değerleri geçici, mevsimlik dünyevi menfaat, lüks ve konfora feda eden hak ve hakikati görmeyen görmezlerin saltanatı da mevsimlik ve ibretlik olmuştur.
[1] http://www.timeturk.com/tr/2014/01/16/ak-parti-li-vekil-erdogan-allah-in-butun-vasiflarini-uzerinde-toplayan-bir-lider.html
[2] https://www.youtube.com/watch?v=SRSSsGiFCg4
[3] https://www.youtube.com/watch?v=Tr5hnF0lJrY
[4] Bkz. http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/faruk-kose/ak-partili-milletvekilleri-ne-yapmaya-calisiyor-9068.html
[5] Ebu Davud, imaret, 10; Hâkim, Müstedrek, 1/563.
[6] Bakara, 2/254, 267; Nisa, 4/39; Hadid, 57/7.
[7] Misal olarak; Bakara, 2/43, 83, 110; Nisa, 4/73
[8] Tevbe, 9/103
[9] Bakara, 2/177; Maide, 5/55; Hacc, 22/41, 78
[10] Bakara, 2/264/ 262; Hadid, 57/10; Furkan, 25/67.
Kaynak: fgulen.com