Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com
Mekteps imtihansız olmaz
Dünya bir mekteptir. İnsanlar da seviyelerine göre o mektebin talebeleridirler. Huzur ve saâdet, imtihanı başarmakla elde edilir. İnsana düşen vazîfe ise, rehberine kulak verip îtimat ederek, kitabının muhtevâsını iyi anlamaya çalışmalı ve kendisine verilen imkanları iyi değerlendirmelidir.
Allah (cc) Peygamberleri, kullarıyla Allah arasındaki engelleri kaldırmak, mutlak saâdet ve huzura kavuşmalarını sağlamak için birer rehber olarak göndermiştir. Onun için gerçek ‘Saâdet Asrı’; Efendimiz’in îmanla mücehhez yetiştirmiş olduğu Ashâb-ı Kiram döneminde gerçekleşmiştir.
Allah’a ve Resûlullah’a gönülden inanmış ve bağlanmış olan Ashab-ı Resûlullah’ın, îmanlarından dolayı, mallarına ve canlarına el konulduğu, yuvalarının parçalandığı, boykotlarla her şeyden mahrum edildikleri günlerdi gerçek saâdet asrı..
Hz. Zübeyir’in, Hz. Habbab’ın kızdırılmış demirlerle yakıldığı, Hz.Bilal-i Habeşi’nin taşlar altında ‘Ehad’ diye inlediği, îmanlarından dolayı kendilerine yaşamaları çok görülen Yâsir âilesinin, mahlukâta bile yapılmayacak işkencelerle hayatlarına son verildiği günlerdi.
Bedir ve Uhud şehitlerinin, kanlarıyla ruhlarının ufkuna yürüdüğü günlerdi. Hz.Hamza ile Hz.Mus’ab bin Umeyr’in (r.anhümâ), ‘Bu mezar ikimize de yeter deyip’, iki şehitin kardeş gibi bir kabre kondukları günlerdi.
Devlet oldukları, vâli tayin edildikleri, paralara boğuldukları, rahata ve dünya nimetlerine kavuştukları, makâmın, servetin, şan ve şöhretin öne çıktığı, içtihat farkıyla birbirleriyle vuruştuğu günler değildi gerçek saâdet asrı.
Bugün de yaşananlar, o günlerde yaşananlardan farklı değil... Buna rağmen bugün de olanlar ve yaşananlar, gerçek mânâda musîbet değildir. Çünkü, gerçek musîbet dine gelen musîbettir. Bu hususu, dine ve ona hizmet edenlere engel olanlar düşünsün.
Böyle günlerde mü’minler, sıkıntılar ne kadar büyük olursa olsun sabredip şükürle şahlanmalı, ‘sıkıntıdan patlıyorum’ dememeli, şikâyet etmeden, sıkıntı ve musîbetlerin daha büyüklerine bakıp hâline hamdetmeli ve ellerini açıp Allah’a hâllerini arzetmelidirler.. Bugünler, dik durup, geriye adım atmadan, şartların elverdiği ölçüde herkesin üzerine düşen vazîfeyi yapması gereken günlerdir..
Allah (cc) Bakara sûresi 214.âyette; “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki,
Peygamber ile yanındaki mü’minler bile, “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır” buyurmaktadır.
Hz.Üstad veciz ifâdeleriyle; ‘Din bir imtihandır, teklif-i İlâhi bir tecrübedir. Tâ ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile müsâbaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki, bir mâdene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye, bir ibtilâdır ve bir müsâbakaya sevktir ki, istidâd-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin’ demiştir. (Sözler, 20.Söz)
İnsanların başına biraz sıkıntı gelse, Allah (cc) bol bol verdiği nimetlerini biraz kesiverse, zâlimleri musallat edip azıcık canlarını yakıverse; bazı insanlar, daha önce Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği sayısız nimetleri unutur ve nankörlük ederler.
Dün büyük salonlarda on binlerce insanların takdir ettiği, alkış tuttuğu günler mi, Medrese-i Yusûfiye’de kuru ekmek yeme, abdest almaya su bulamama, îman ve Kur’an hizmetinden dolayı işkenceler altında kıvranarak, Allah’a teveccüh edip aczini itiraf ederek, Cennet ırmakları kadar kıymetli dökülen göz yaşları mı? Hangisi Allah indinde daha kıymetli?
Buna rağmen Allah’dan her zaman âfiyet ve huzur istenmeli, Cenâb-ı Hak’tan imkan ve ihlasla hizmet etme talep edilmelidir. Ama, irâde dışı vukû bulan hâdiseler karşısında da, sabredip katlanılmalıdır.
Bugüne kadar neler oldu, neler gelip geçti gitti? Olan hâdiseler olacakların referansıdır. Bu günlerde geçecek.. Ne zaman? Onu sadece Allah bilir. Mü’mine düşen, nefsi ve nesli için Allah’dan, ihlas ve samimiyetle hizmet edeceği huzurlu ve güvenli, güzel günler dilemektir.
Bu dünya imtihan yeri.. Bâzen rahat ve rehâvet, dünyânın câzibedar güzellikleri, makam ve mansıpları şımartıyor insanları.. Dünyânın bir misâfirhâne, insanın da misâfir olduğu unutuluyor.. Dünya rahat yeri değil, hizmet yeridir. Mükâfat yeri âhirettir. Dünya rahat yeri olsaydı; Allah (cc), peygamberlerine Cennet gibi bir hayat yaşatırdı.
Her an İlâhi dâvetin geleceği, öldükten sonra tekrar dirilmenin olacağı, hâkimler Hâkimi Allah huzurunda zerre kadar hayır ve şerrin hesâbının sorulacağı gün unutulmamalıdır.
Bugün ve yarın, insanımızın zorlanacağı noktalarda yanlışlarını tashih edecek, hissî hareketlerden uzak, Kitap ve Sünnet çizgisinde marziyyât-ı İlâhiyi esas alıp, muhtaç gönüllere hakkı duyuracak hayırhah nesillerin yetiştirilmesi esas olmalıdır.
Mekke’nin fethinden sonra Ensâr’ın (r.anhüm) ; ‘Efendimiz (sav) Mekke’de doğdu, Kâbe-i Muazzama orada, bir ömür boyu yaşadığı hatırâlar; bunlardan dolayı acaba Mekke’de kalır mı?’ endişelerine karşı Allah Resûlü (sav); “Ben sizin söylediğiniz şeylerden Allah’a sığınırım. Bilin ki, benim hayâtım sizin hayâtınızla, ölümüm de sizin ölümünüzledir” buyurarak cevap vermiş ve Medine-i Münevvere’ye geri dönmüştür. (Müslim)
Zâten Efendimiz (sav) de; canlarını, mallarını ortaya koyan, Kendisine (sav) sâhip çıkan mahzun ve mükedder Muhâcir ve Ensar (r.anhüm) hazerâtını, boynu bükük bırakamazdı, bırakmadı da.. Çünkü onlar, Akabe’de ve hicrette Allah Resûlü’nü yalnız bırakmadılar. Canları dahil herşeylerini vermeye söz vermişlerdi ve elhak verdiler de..
“Müminlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlarını ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi, kimi de şehitliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” (Ahzab sûresi, 23)
Ne olur Yâ Resûlallah! Âhir zamanda mahzun, mükedder, mahkum, dâvâ adına çile ve ızdıraba katlanan gedâlarına (dilencilerine); küfr-ü mutlaka, zâlim, fâsık, fâcir ve münâfıklara karşı sarsılmadan dimdik duran ümmetine de sâhip çık!
Allah’a ve Resûlullah’a yakın olmayı düşünenler, Kitap ve Sünnet-i Seniyyeye müteveccih olmaları gerekir ki, yapmış oldukları işlerinde ve hizmetlerinde yanılma payı çok olmasın. Bizlere emânet edilen dâvây-ı İslâm’ı, din emânetini, gelecek nesillere sağlam bir şekilde sağlıklı götürebilme ve ulaştırabilme, Kitap ve Sünnet’e ittibâya bağlıdır.
Âl-i İmran suresi 154.âyette; “... Allah sizin içinizde olanı sınamak ve kalplerinizi her türlü vesvese ve kirden arındırıp pırıl pırıl yapmak içindir ki, bunu (imtihanı) başınıza getirdi. Allah sinelerin özünü dahi bilir.”
Tâha sûresi 135.âyette; “De ki, herkes beklemede! Siz de gözleyin bakalım! Doğru yolu tutanları, hidâyete erenlerin kim olduğunu yakında anlayacaksınız.”
Enbiya sûresi 35.âyette de; “Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi sınamak için gâh şerle, gâh hayırla imtihan ederiz. Sonunda bizim huzurumuza getirileceksiniz.”
Ve Hac suresi 38.âyette de; “Muhakkak ki Allah îman edenleri koruyup müdâfa eder. Çünkü Allah, hâin ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez.” Buyrulmaktadır.
Bu yüce ve kutsî dâvâyı omuzunda taşıyan adanmış ruhlar, acından ölseler, darağacına çekilseler bile, inkâr-ı ulûhiyet içinde olanlara, bilerek veya oyuna gelerek de olsa onlara destek veren zâlimlere asla teslim olmayacaklar ve Allah’a teslimiyet içinde ve üzerlerine düşen vazifeyi îfâ ederek, o yolda emanetleri vereceklerdir.
-Devam edecek-