Baransu yaşadıklarının Hitler Almanya'sı değil kendilerini sözde dindar olarak gören bir hükümet tarafından gerçekleştiriliyor olmasını da bir hayli manidar bulduğunun altını çizdi.
İşte Baransu'nun tarihe not düştüğü o yazısı:
"Birazdan okuyacağınız satırlar, ne İsrail’de bir hapishanede ne de Guantanamo kampında yaşandı. Hitler Almanya’sının toplama kampları da değildi mekân. Ne Milli Şef ne CHP yönetimi ne de İstiklal Mahkemeleri vardı. Tek parti iktidarı da yoktu ülkede.
Yazacaklarım, İstanbul- Mersin hattında birkaç gün önce yaşandı. “Dindar” bir iktidar yönetiminde işkence ve şiddetin vardığı son noktaydı. Hikâyenin kahramanı ise ne yazık ki bendim.
Amacım, kendi hikâyemi anlatıp, duygu sömürüsü yapmak değil. Sadece tarihe not düşme derdindeyim. Bugünleri, “dindar” bir kitlenin savruluşunu yazacak olan tarihe yardımcı olmak niyetim.
İsrail’de Müslümanlara reva görülen muamelenin bir benzeri 2016 Türkiye’sinde İstanbul- Mersin hattında bir insana, bir gazeteciye yaşatıldı.
Bundan iki buçuk yıl önce bir haber yaptım. Mersin’de, kansere neden olan GDO’lu pirinç yakalanmış, AKP’ye yakın bazı işadamları sahte raporlarla pirinci ülkeye sokmaktan suçlanmışlardı. Haber, havuz medyası dâhil her yerde yer aldı. Taraf ise o günlerde haberi atlamıştı.
Yaklaşık dört ay sonra bir haber kaleme aldım. Bazı bakanların devreye girip bu skandalı kapattıklarını yazdım.
Tam bir buçuk yıl habere sessiz kalan iktidar, bir yıl önce hakkımda, “hükümeti devirmeye teşebbüs ve silahlı terör örgütü üyesi olmak” suçlamasıyla soruşturma açtırdı. Ardından da dava.
Yargılandığım davaya katılmak için cezaevi aracıyla İstanbul’dan Mersin’e götürülecektim. Hazırlık yapmam söylendi.
Mersin’in soğuk olacağını düşünerek kalın giysiler aldım. Bir de yolda okumak için Kur’anı Kerim ve Dua kitabı.
Birileri bana “sistematik işkence” yapmaya karar vermiş. Bundan habersiz olan ben ise hücrede memurları bekliyordum.
MÜDÜR: TAKIM ELBİSE ALAMAZ, YASAK!
Çok geçmeden geldiler. İçlik, kalın giysi alamayacağımı söylediler. Ellerinde bir liste “şunu alabilirsin, bunu alamazsın” diyorlardı. Gece giymem için müdürleri tişörtü uygun görmüş.
Havanın soğuk olduğunu söylesem de beni dinlemeye niyetleri yoktu. Sonra takım elbisemi de alamayacağımı söylediler. Kurum müdürü alamayacağımı “buyurmuş”.
Müdürün ismine yabancı değiliz. Medyanın bildiği bir isim. Bir önceki görev yaptığı cezaevinde, “zaman aşımsız” bazı icraatları biliniyor.
Bugünler de yasadışı dinleme diye ortalığı ayağa kaldıranların, cezaevlerinde hangi hukuksuz işlere imza attıkları yakın bir zamanda ortaya çıkacaktır.
Parantezi kapatıp tekrar konumuza döneyim. Hücreye gelen memurlara, “takım elbise alamayacağım yönünde kurum müdüründen resmî yazı istiyorum” dedim. Verdiği emrin hukuksuz olduğunu bilen kurum müdürü resmî yazı vermekten çekindi.
KUR’ANI KERİM ALMAN DA YASAK!
Hukuksuzluk bitti derken, çıkışta, eşyalarım tek tek kontrol edildi. Yolda okumak için aldığım Kur’anı Kerim ve dua kitabıma el konuldu; “Başgardiyan”, “yanına Kur’anı Kerim alamazsın, yasak” diyordu.
Bu kanunsuz emri kimin verdiğini sorduğumda ise sessiz kalıyor, “işte biliyorsun” demekle yetiniyordu.
İbadet özgürlüğü Kur’anı Kerim dedimse de dinlemediler. Seccadem dâhil Kur’anı Kerim’e, dua kitabıma el koydular.
Cuma namazı için düzenleme yapan iktidar, bir tutuklunun yolda Kur’anı Kerim okumasını yasaklıyor, Kur’an’a el koyuyordu. Bir cinnet hâliydi yaşanılanlar. (Yazdıklarım kamera kayıtlarında olduğu için bu duruma nasıl bir gerekçe uydurulacak doğrusu merak ediyorum.)
Mersin yolculuğu sistemli bir işkenceyle başlamıştı. Bitmeye de niyeti yoktu. Mersin’e vardığımda saatler gece yarısını gösteriyordu. Cezaevinde yer olmadığı gerekçesiyle, uyuşturucu satıcısı, cinayet, yaralama gibi suçlamalarla suçlanan kişilerin koğuşuna kondum. Altı kişilik koğuşta 18 kişi vardı. Yerler, merdiven altı bile yer yatakları ile doluydu. Yataklar, hayvanın bile yatamayacağı pislik içindeydi.
Sabah mahkemeye çıkarıldım. Mahkeme, can güvenliği gerekçesiyle, bu koğuşta kalamayacağımıza karar verdi.
TUVALETTE YATACAKSIN!
İkinci gün, adına hücre denen tuvalete kondum. Bildiğiniz alaturka tuvalete, yer yatağı atıldı ve burada uyuyacağım söylendi. Kamuoyuna tuvaletin önüne yatak kondu diye açıklama yapılsa da bildiğiniz tuvalete yatak konuldu.
Tavan, boyumdan biraz yüksekti. Kapının olmadığı tuvalette, demir parmaklık vardı. İçeride lamba ve ışık namına hiçbir şey yoktu. Duvarda kocaman bir pencere… Pencerenin camı olmadığı için içerisi buzdolabını andırıyordu. Kapının olmaması da cereyan yapıyor, pencereden giren rüzgâr, demir parmaklıklardan çıkıyordu.
Bu şartlarda uyumak imkânsızdı. Sabaha kadar titreyerek beklemek zorunda kaldım.
Bir ara aklıma Said Nursi geldi. O da bir dönem, donup ölmesi için camı olmayan bir hücreye atılmıştı. Said Nursi’nin yaşadığı benzer bir olayı yaşadığım için kendimi bir anda şanslı hissettim. Bunun, AKP’nin eliyle olması ise ayrı bir mutluluktu. Bu olay karşısında rabbime, sabaha kadar şükrettim.
Birileri işkence yapıp mutlu olsa da ben o şartlarda şükrediyor, onlara inat gülüyordum. Bir ara gözüm daldı. Çok güzel bir rüya gördüm.
Tam iki gün bu şartlarda uyuyup, namaz kılıp, ayakta yemek yedim.
Benimle aynı kaderi paylaşan bir isim daha vardı. Terör örgütü üyelerini, hırsızları, kaçakçıları yakalayan Mersin İl Eski Emniyet Müdürü Anadolu Atayün de aynı akıbeti yaşadı. Yan tuvalette de o kalıyordu.
12 EYLÜL’DE İŞKENCE TUVALETİYMİŞ!
Manzara gerçekten korkunçtu. Hitler Almanya’sındaki Nazi kamplarını, İsrail’in Filistinlilere hapishanede yaptığı işkenceyi aratmıyordu. 12 Eylül’de işkence tuvaleti olarak kullanılan yer, 2016 yılında bir gazeteciyi misafir etti.
Tarih bu günleri elbet yazacak. Mahkemede de söyledim. Bir kez daha yineleyeyim. Bana tuvalette yaşattıklarınızı ömrümün sonuna kadar gururla anlatacağım. Bir insanın alnına hırsız damgası vurulmasından çok daha şerefli benim yaşadığım.
Bu utanç da bugünün iktidarının yanı sıra Abdullah Gül’ün, Bülent Arınç’ın, Cemil Çiçek’in, Abdulkadir Aksu’nun ve diğer AK Partililerin. Bu zulümde sizin de imzanız ve ortaklığınız var.
Not: Mersin E Tipi Ceza İnfaz Kurumu’ndan bu şartlara rağmen insan üstü gayretle görevini yapan çalışanlara teşekkür ediyorum. Bin 200 kişi kapasiteli cezaevinde iki bin kişi kalıyor ve çalışanlar psikolojik, ruhsal, bedensel olarak yıpranmalarına rağmen, tüm tutuklu ve hükümlülerden güler yüzlerini eksik etmiyorlar.
Tüm başefendilere, infaz memurlarına olağanüstü gayretleri için bu millet adına bir kez daha çok teşekkürler. Ne kadar yıprandıklarını gözlerimle gördüm. Devlet onların yıpranma haklarını da bir an önce vermeli.
(Yüksek Güvenlikli Silivri Cezaevi)"