Mağruriyetten mağduriyete; büyük savruluş!

''Küçük dağlar inşa etmiştik adeta gösterişli binalarımızda.. Bina gezdirmekten haz alıyorduk. Müesseselerimiz, diyorduk bugün yüzlerce Müslüman görünümlü çakalın üşüştüğü mübarek kurumlarımıza. İnsan temeline yatırım yapmayı unutup, binaya harç atmayı tercih ettik. Bir kat, bir kat daha... Üst üste çıktıkça yapılarımız putlarımız büyüdü, başka da bir şey olmadı, bir de nefretini kazanıyorduk yerinde duranların. ''

SHABER3.COM

“Kendini aldatanın, aldatmayacağı kimse yoktur.”
(Rousseau)

Girizgah notu: Dikkat bu bir ‘Kafası karışıklar” yazısıdır, “Zihni Berraklar”dan özür dileyerek…

Ne güzel günlerdi öyle değil mi?

“Stadyumlara sığmayacaksınız” görüsünün realize olmasının verdiği esriklik ile kendimizden geçiyorduk. Mest oluyorduk ışıklı şovlarda, derisinin rengi çeşit çeşit çocukların okuduğu türkülerle, tempo tutuyorduk gözyaşlarımızı tutamıyorduk. 

Kimler gelmiyordu ki toplantılarımıza…

Bakanlar, milletvekilleri, başbakanlar, valiler, müdürler, bürokratlar, sanatçılar… Bilet bulabilmek için araya adam koyuyorduk mesela. VIP tribün vardı yahu, bizzat gözlerimizle gördük! 

Uçuyorduk havalarda. 

Biz diyorduk, biz var ya biz, sadece ülkeyi değil, dünyayı da kurtarırız bu gidişle..

Pek haksız da sayılmazdık ama aynamızın odağı her geçen gün daha da derine kayıyordu. Büyüyordu ekrandaki yansımamız. Kendimizi olduğumuzdan bir değil belki yüz kat fazla görmek hoştu. 

Milyon satan gazetelerimiz vardı ama okumuyorduk ne yazık ki! En çok satan gazeteydik ama!

Bugünkü toplumsal nefretin altındaki en önemli sebeplerden biri de buydu belki de. Mevcudun en büyüğüydük ve bu büyüklük rahatsız ediyordu herkesi. Bir tek bizim zihni berraklarımızı etmiyordu rahatsız. 

Filmlerimizi milyonlar seyrediyordu ama sinemaya çok uzaktık. Bir ibadet aşkıyla izlerdik filmleri sanat aşkıyla değil.  2 milyon bilmem kaç kişi izledi, diye hava basıyorduk birbirimize. 

Televizyonumuzda bütün diziler birbirine benziyordu. Hepsi Sır Kapısı’nın değişik versiyonları gibiydi. Reha Yeprem kaçmıştı sanki tüm dramalarımıza. Belli bir seyir oranı da vardı belki ama öyle abartılacak boyutta değildi. Hanımlarımız, annelerimiz, kızlarımız Müge Anlı da izliyordu ve bunda şaşılacak bir şey yoktu. Bu topraklardan neşet etmenin tabii neticesiydi bu ama nedense mağruriyetimiz izin vermiyordu bu yüzleşmeye. Rating’den, Share’den, şerden korkar gibi korkuyorduk, ya düşük çıkarsa izlenme oranımız? Gün birincisiyiz diye zil takıp oynuyorduk mesela. 

Gerçeklere yüz çevirdik, sonra yüzümüzü döndük, ardından görmek hoşumuza gitmedi, duymaktan rahatsız olurcasına koptuk mefkuremizden ve realiteden. 

Aslında okumuyorduk, izlemiyorduk, gitmiyorduk sinemaya filan ama öyleymiş gibi yapmak hoşumuza gidiyordu. 

Yanlış anlaşılmasın elbette çatlarcasına koşan küheylanlar vardı ve belki de sahip olduklarımız onların yüzü suyu hürmetineydi. Ama kahir ekseriyetimizin de durumu buydu.

Küçük dağlar inşa etmiştik adeta gösterişli binalarımızda.. Bina gezdirmekten haz alıyorduk. Müesseselerimiz, diyorduk bugün yüzlerce Müslüman görünümlü çakalın üşüştüğü mübarek kurumlarımıza. İnsan temeline yatırım yapmayı unutup, binaya harç atmayı tercih ettik. Bir kat, bir kat daha... Üst üste çıktıkça yapılarımız putlarımız büyüdü, başka da bir şey olmadı, bir de nefretini kazanıyorduk yerinde duranların. 

Biz hiç olmazsa biraz abartıyorduk, onlar sadece laf salatası ve goygoy yapıyorlardı. Filistin falan. Parmaklarını kıpırdatmıyorlardı… Siyasal dincilerle karşılaştırılmayacak kadar nezih ve muazzezdik şüphesiz. En azından ibadetlerimiz vardı, samimiyetimiz vardı. Çalmayı bilmezdik, ahlaksızlığı bilmezdik. (Hala da bilmiyoruz ya neyse, böyle birbirimizi yiyoruz en fazla!)

Ama yalan söylemeyelim kendi kendimize, bir kibir, hizmetin kurumsal kibri vardı üzerimize sinmiş. Bize hiç yakışmıyordu ama hizmetin şanından sayıyorduk sanki. Odalarımız, koltuklarımız, kurumlarımız vardı. Başarıyı putlaştırmıştık adeta. Oysa zaferden değil seferden sorulacaktı bize. Zafere kilitlenenlerin hali hazindir bilinir. İslam skor dini olmadı hiçbir zaman. Hiçbir din tabelaya göre yaşanmaz. Peygamber vardır, ümmetsizdir ama peygamberdir, onlar tebliğe memurdur. Alim vardır, cemaatsizdir ama alimdir işte, değerinden zerre miskal yitirmez. Muvaffakiyet Allah’ın tahtı dairesindedir, bunu zaten zihni berrak abiler çok iyi bilirler. 

Put yaptık rakamları, put yaptık sayıları, put yaptık binaları, katları…

Putlarla çepeçevre kuşatılmayı ise hizmet zannettik. 

Amaç araca dönüştü zamanla bunun farkında bile değildik, uyaranları ise kafası karışık olarak damgaladık, görmezden geldik. 

“Ya Eyyühennas”, diyordu Kur’an hitabında, açılabilecek en geniş açıya yerleştiriyordu hitap kitlesini. Ardından ‘Ey Müslimler’ ve nihayetinde ‘Ey Müminler’. 

‘Ey Şakirtler’e kadar daralttık bunu, ardından ‘Ey Abiler’e kadar belki de. Şimdilerde görüyorum ki “Ey Zihni Berraklar”a kadar daralmış bu pergel. 

Allah, zorlayarak, çatır çatır kollarımızı kırarak açtı tekrar açıyı, açabildiğimiz kadar açtık, ilk günkü açıya ulaşana kadar, girmeyecek sine kalmayacak denli geniş makas gibi açtı Cenab-ı Allah hitap genişliğimizi tekrar. Bu bir nimetti aslında, bir rahmet. 

Bunu fark etmek yerine, hala değişmediğimizi, yeni bir ilahi faza geçildiğini görmediğimizi ikrar edercesine bu kez mağduriyet edebiyatına daldık. Mağrurken de abartıyorduk, mağdurken de abartıyoruz sanırım. 

Mağruriyetin de dozu önemli, mağduriyetin de. 

Gereksiz abartı, tekrar, sıkar, ciddiye almaz kimse sizi. 

Atıyorlar, abartıyorlar, derler. 

Bir süre sonra kendi insanınız bile bıkar, ikrah eder, İllallah der. 

Bir uçtan diğer uca savrulmak nasıl bir tirajedidir siz karar verin. 

Evet, güzel şeyler yaptık.

Ve evet, asla hain değiliz, değil bir milletin belki de ümmetin kurtuluş reçetesi elimizdeyken, kendimizi kaybettik ve aklımız başımıza bir zalimin tokmağıyla geldi. Zalimin hesabı, hesaplaşması ayrı. Zulüm görüyoruz apaçık, alçakça, adice, şerefsizce, bu çağda eşi benzeri görülmemiş şekilde hayasızca hem de… Ama bizim hakikat aynasına dönmemizin de vakti geldi geçiyor. 

Mağruriyetten mağduriyete savrulup, aynı parametrelerle yaşayacak olursak hep sorulan “Bu süreç ne zaman bitecek?” sorusunun cevabı da belli aslında:

Hiçbir zaman!

Evet, bu savruluşu fark edip, fabrika ayarlarımıza dönmedikçe, zalim de devam eder zulmüne, bizim de sarhoşluğumuz ilanihaye sürer gider. Mağruriyetin sarhoşluğundan mağduriyetin sarhoşluğuna…

Biliyorum bozuldu bazılarınız ama madem özeleştiri diye diye beynimizi yediniz, buyrun öz eleştiri, sizden mi esirgeyeceğiz yani!

Ha, “etin budun nedir, cürmün kadar yer yakarsın” diyorsanız, “kahrolası abilik”ten sonra “kahrolası berrak zihinlilik” hitabını bekleyin siz… Ben şöyle bir köşede kıvrılır ölü taklidi yaparım sizin yerinize!

Seyfi Mert

<< Önceki Haber Mağruriyetten mağduriyete; büyük savruluş! Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER