HARUN TOKAK
Gün ışıyor.
Odama sabahın ilk ışıkları doluyor.
Göklerden dökülen bir ışık seli, karların üzerinden ıldır ıldır yükselen ışık buğusuyla buluşuyor.
Evler, ağaçlar, yollar, ormanlar o ışık denizinde yüzüyor.
Bilgisayarımı açıyorum.
Ekrana ansızın Avustralya akşamları doluyor.
Bu kutup ülkesinde güneş doğarken dünyanın bir diğer kıtasında güneş çoktan batmış.
Kur’an’da Tarık Yıldızı diye anılan Çoban Yıldızı görünüyor ekranda.
Yüzünde tatlı bir gülümseme; sımsıcak, umut dolu.
Yanında yöresinde yıldızlar topluluğu...
Oğul veren arılar gibi öbek öbek...
Kutlu Nebi’nin o sözü hatırıma düşüyor.
"Ağlama kızım! Allah bir gün, güneşin doğup battığı her yere babanın ışığını ulaştıracaktır."
Güllerin Efendisi son seferlerinin birinden dönmüştür.
Çölden gelmiştir, üstü başı perişandır, yorgundur. Yaşı da bir hayli ilerlemiş, saçlarına tel tel aklar düşmüştür.
Geride garip hisler bırakarak dokunduğu her şeyi gurbet renkleriyle giydiren akşam güneşinin zarif ve zengin hissiliği vardır üzerinde.
Kızı Hazreti Fatıma, babasını o halde görünce hayalinde tıpkı bir gül gibi, acılar yaprak yaprak açılıyor. Senelerden beri içinde birikmiş duygular depreşiyor. Annesi, ablaları hepsi onu bırakıp gitmiştir. Babasıyla baş başa kalmıştır koca dünyada. Daha fazla dayanamıyor. Sarılıyor babasının boynuna. Sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyor.
“Babacığım! Nedir senin bu yaşadıkların?’’
"Ağlama kızım! Allah bir gün, güneşin doğup battığı her yere babanın ışığını ulaştıracaktır."
O ışık bugün dünyayı aydınlatıyor.
Yarım asır önce Ege’nin cami kürsülerinden, minare gölgelerinden başlayan yıldızların yolculuğu bugün dünyanın hudutlarına dayanmış durumda. Tahta Kulübe’lerde tutuşan aşk ateşi güneşin doğup battığı her yeri kandil kandil aydınlatıyor.
1970’li yıllarda Fethullah Gülen Hocaefendi cuma günleri Bornova Merkez Camii’nde yeni bir baharı müjdeleyen tarihi vaazlarını veriyor, akşamları da sorulu cevaplı sohbetler yapıyordu.
Uzun zamandır ölmüş ve uykuya yatmış olan “sözün gücü” bir kere daha Hocaefendi'nin heyecanlı ve samimi üslubunda diriliyordu.
Ülke 60’lı ve 70’li yıllar boyunca tam üç kuşak kaybetmişti.
Kafalar, zihinler, beyinler, ideolojik duvarlarla örülü idi.
Yakın geçmişte birbirine belki silah çekmiş ya da en azından farklı gençlik kollarında koşturmuş bu insanlar yan yana oturuyor ve kürsüdeki genç vaize sorular soruyordu.
O mabette farklılığın belki de ilk defa bu denli bir cazibesi ve büyüsü vardı.
Bilhassa üniversite öğrencileri için bu sohbetler çok yararlı oluyordu.
Küçük küçük kağıtlar elden ele Hocaefendi’ye ulaştırılıyor; o kağıtların minik avuçlarında sakladığı “Allah’ı kim yarattı? Allah madem var öyleyse niye göremiyoruz? Allah’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var? Niçin bütün peygamberler Ortadoğu'da gelmiş?...” gibi birbirinden girift sorular gece ilerledikçe bir bir cevabını buluyordu.
Marksist ideolojinin pençesindeki gençler, yıllardır beyinlerini içen, kalplerini öldüren soruları hiçbir engelle karşılaşmadan doğrudan sorabiliyor ve anında cevabını alıyorlardı.
Bu, tarihte eşi benzeri az görülen bir durumdu.
Sorular cevabını buldukça sisler anaforunda savrulan gençler Yoldaki İşaretler’e tutunarak yol almaya başlıyordu.
Ege camilerinden yükselen seslerle, Anadolu gençliği derin bir uykudan uyanıyor, aydınlık saniye saniye sabaha yürüyordu.
O sorulardan birini bugün gibi hatırlıyorum.
“Beş vakit namaz farzdır. Kutuplarda ise bazen altı ay gece, altı ay da gündüz olur. Burada nasıl namaz kılınacak?”
Hocaefendi’nin kutup yıldızı gibi hafifçe gülümseyerek “Hele oralara bir gidelim, bakarız.” dediğini hatırlıyorum.
Sonra da soruya şöyle cevap vermişti;
‘‘Peygamberimiz (sav) ‘Bir gün benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacak.’ diyor. Demek ki, kutuplarda azıcık yarım saatliğine bile güneşin doğup battığı yerler vardır. Oraya bile ulaşacak. Şimdi bu gaybî bir haberdir. Bizim için de gösterilen bir ufuk, bir hedeftir… Sahabe efendilerimiz bu hedefi gerçekleştirmek için o devirde pek çok imkândan mahrum olmalarına rağmen, eğersiz ve gemsiz atlarla bir avuç insan olmalarına bakmadan Hicaz’dan, kemikli binekler üzerinde dünyanın dört bir yanına koşmuşlardır. Biz bir Asya milletiyiz. Onlar hicretin kırkıncı senesinde Mâverâunnehir’e ulaşmasalardı, sekseninci senesinde Buhara’ya gelmeselerdi, biz nereden Müslümanlığı öğrenecektik. O ilk Müslümanlar İslam’ı çok iyi yorumlamasalardı, bizim anladığımız mânâda seslendirmeselerdi, biz nasıl böyle bir Müslümanlığı anlayacaktık?
Ama her bir fâni gibi onların da bir ömrü vardı. Onlar da ömürlerini tamamladılar ve göçüp gittiler. Vazife başında gittiler. Şimdi gele gele bu vazife size düştü. Ama ne acıdır ki, Allah Resulü‘nün yüce adı güneşin doğup battığı her yere gidemedi henüz. Bırakın kutupları da bir Almanya’ya gidin. Dünya kadar yere gidersiniz, gezersiniz de ezan sesi duyamazsınız. İngiltere de öyle. Câmileri vardır ama sizin camilere benzemez. Müezzinleri kapalı yerlerde ezan okur. İmamların sesi sokağa taşmaz. Itrî’nin bestesiyle salât u selamlar okunmaz. Allahu Ekber, denmez. Kaldığım yerlerde, Allah Resulü’nü, o sürelerde ben çok garip hissettim: ‘Çok az anılıyorsun ya Resulullah! Herhalde çok gurbet yaşıyorsun buralarda!’ dedim kendi kendime. Ve içim içimi yedi adeta…
Biz mi vefasız, tarih mi vefasız?..
Madem Peygamberimiz (sav) ‘Güneşin doğup battığı her yere ulaşır.’ buyurmuştur.
İsterseniz bunu, henüz vakti gelmemiş gayptan verilen bir haber kabul edersiniz.
Allah Resulü (sav) olacak şeyleri söylüyor. Madem bu olacaktır. Öyleyse bence bunu oldurmaya çalışmalıyız. O olacak şeyin yanında Allah’ın inayeti vardır. Allah’ın keremi vardır. Resul’ün şefaati vardır. Allah (cc) sizi tutup kaldıracaktır. Bunu ben bir işarete binâen söylüyorum ama şimdi bunu açıklamaya yetkili değilim.
Şimdi gelelim sorunuzun cevabına;
Vakitler, namazların sebepleridir. Vakit bulamayınca, namaz da farz olmaz. Meselâ, bir yerde yatsının vakti tahakkuk etmiyorsa, yatsı namazı da farz olmaz. Ama bu, günün bir vaktinin bulunmadığı yerler içindir. Yoksa senenin büyük bir kısmı gece veya gündüz olduğu yerlerde, o uzun gün veya geceyi, günlerimiz ve gecelerimiz ölçüsüne göre bölüp, hesap ve takdir etmekle vazifelerimizi yerine getiririz. Yani o mıntıkaya en yakın yerin imsakiyesini kullanarak, mevcut gece ve gündüzü, belli bölümlere ayırıp, geceleri, gecede yapılan ibadetleri, gündüzleri de, gündüz yapılan ibadetleri eda ederiz. Tıpkı yeme, içme, yatma ve kalkmada, tabiî ve fıtrî olarak bu parçalama işini yaptığımız gibi...
Evet aylarca güneşin batmadığı ve doğmadığı yerlerde, fıtrat kanunlarına karşı nasıl iki büklüm isek, oruç, namaz ve hac gibi ibadetlerde de yaşadığımız hayata uyumlu olarak, aynı âhengi muhafaza etme mecburiyetindeyiz.
Hâsılı, diyebiliriz ki, İslâm, bu hususu da asla ihmal etmemiş. Fakihler kutuplara en yakın beş vaktin aşikar olduğu bir yere ait vakit cetvelinin kullanılması prensibini benimsemişlerdir.
Burada diğer bir meselenin de ele alınması uygun olacaktır. O da vaktin bulunmadığı yerde namazın da tahakkuk etmeyeceği hususudur. Evet, gerçi vakitler namazlara sebep gösterilmiş ise de namazın hakikî sebebi Allah'ın emridir. Vaktin oluşmadığı yerlerde dahî başka bir vakit içinde o namazın kaza edilmesi daha doğru olur.
İşin doğrusunu O(cc) bilir.”
1970’li yıllarda Ege akşamlarında bu ve buna benzer zihinlerde uçuşan binlerce soru cevabını buluyordu.
“Hele kutuplara bir gidelim, bakarız.” sözünün öylesine söylenmiş bir söz olmadığını bugün daha iyi anlıyoruz.
Dün köylerinin kırlarında, bayırlarında koyunların kuzuların peşinde koşan, kendini zor aydınlatan kör kandillerin loş ışıklarında ders çalışan köy ve kasaba çocukları bugün kutupların karanlık gecelerini kandil kandil aydınlatıyorlar.
Şimdi düşünüyorum da Allah bizim neslimize neler lütfetti.
Dün Bornova Camii’nde “kutuplarda namazı” soran gençler, bugün güneşin doğup battığı her yere ulaştı.
Dünyamızın yorgun yüreğine yeni bir umut ışığı oldular.
Bugün uzun kış gecelerinde kuzeyin sık ormanlarının ortasındaki okuma kamplarında binlerce ışık süvarisinin kutup bölgelerini kandil kandil aydınlattığını görünce, pırıl pırıl Avrupa sabahından Avustralya akşamlarına seslenince Güllerin Efendisi’nin o sözü düşüyor hatırıma;
"Ağlama kızım! Allah bir gün, güneşin doğup battığı her yere babanın ışığını ulaştıracaktır."