Fikret Kaplan - SAMANYOLUHABER.COM
Kalbi, Allah’a karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na (cc) itaatsizlikten sakınan kimselerin tarih boyunca daima düşmanları olmuştur. Bu düşmanlar, kimi zaman karşı inançtan, kimi zaman da aynı inancı paylaşan insanlar arasından çıkmıştır. Hakk yoluna baş koymuşların değişmez kaderidir bu.
Kibir, haset, öfke, dünyaperestlik, şöhret zaafı, hırs ve riyaya kilitlenmiş zavallı insanlar, ruhlarını şeytana kaptırdıklarından hep kendi arzularının olmasını, herkesin de kendileri gibi olmasını isterler. Sevgiye, hoşgörüye, Hak ve hukuka dayanan her hareketi kıskanırlar. İnsanların gözünde onları küçük düşürmek için her türlü algıyı, yalanı, iftirayı mübah görürler. Sınır tanımazlar zulümde. Buldukları bütün imkânlarla kibirlerini şişirdikçe şişirirler. Ruhlarını delik deşik eden nifak alametlerini görmeyip, gözlerini bürüyen kin ve nefret ateşiyle gün geçtikçe daha da saldırganlaşırlar. Kabilin açtığı yolda: “Seni (bugün de sizleri) mutlaka öldürmem, yok etmem lazım, dediğim olmazsa, istediğimi elde edemezsem!” hezeyanıyla ömürlerini harap ederler.
Bütün bunlara karşılık, Habil gibi kendilerini iyiliğe adamış fedakâr insanlar, fenalık gördüğü insanlar hakkında daima sevgiden ayrılmayıp, elden geldiğince onlara iyilikle muamele ederler. Ta ki, bu insanca davranışlardan utanıp da ağızlarını bir daha kirletmesinler. Kin ve nefretlerinden vazgeçsinler:
“And olsun ki sen beni öldürmek için bana el uzatacak olursan, ben seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Çünkü ben Alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Maide 28)
Yani ‘Beni öldürmek için kötü niyet besleyebilirsin, beni öldürme planları yapabilirsin, fakat ben senin gibi kötü niyet besleyerek, seni öldürme planına girişmem. Yalnız sen beni fiilen öldürme girişiminde bulunursan, ben de elim kolum bağlı, sessiz sedasız bir köşede oturup, hiç direnmeden, gel beni öldür diyerek karşında da duracak değilim!’ anlamındadır. Aksi, Allah’a karşı büyük saygısızlık olur.
“İstediğimi elde edemezsem, ne olursa olsun… Din’miş, nam-ı celili Muhammedi imiş, Hak’mış, hukukmuş… (Haşa) hiçbiri umurumda değil, Seni mutlaka öldürmem, yok etmem lazım!” diyor. Nefsini, hevâ ve hevesini ilah ittihaz etme.. Cenâb-ı Hakk’ın emrini dinlememe…
Kur’ân-ı Kerim, Mâide Sûresi’nde bunu açık ifade ediyor:
“(Ey Rasûlüm!) Onlara dem’in iki oğlunun yaşadığı önemli ve ders verici hadiseyi anlat: Birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine), ‘Öldüreceğim seni!’ dedi. Kardeşi ise şöyle mukabelede bulundu: ‘Allah, ancak kalbi O’na karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten sakınanlardan kabul buyurur.’” (Mâide, 5/25)
Kâbil, arzu ettiği şey olmuyor diye kardeşini (Hâbil’i) öldürecek kadar ileri gitmişti… Henüz bir ölme-öldürme mevzuunun da söz konusu olmadığı o ilk devrede… “Ölüye ne yapılır?” Onun bilinmediği bir dönemde bir cinayet işlemişti.
“Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de zarara uğrayanlardan oldu. Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. ‘(Kabil) Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim!’dedi (Maide 30-31)
Kur’an’ın tasvir ettiği bu hadise, insanın genlerinde var olan iyi ile kötünün mücadelesine daha en başta dikkat çekiyordu: “Bu, hep olacak!” Kimisi nefsi uğruna cinayet işleyecek.. kimisi makamı, şöhreti adına katledecek.. kimisi alkış ve takdir adına... kimisi “Benim yerimi alırlar!” diye, başkalarını yok etmek suretiyle hevâ-i nefse ait vehimlere, şeytanî sinyallere kendisini kaptıracak…
İyi ve kötünün yol ayrımında, iradenin hakkını verip birini tercih etme işi hep insanların önünde olacaktı.
Ve günümüzde insanlar, iradelerinin hakkını veremeyip zaaflarının altında kaldığından, ezildiğinden, heveslerinin güdümüne girdiğinden, onların el-ensesi ile yere serildiğinden, kündesi ile yere devrildiğinden dolayı sınır tanımaz bir kin ve hasetle iyi olanlara karşı düşmanlıkla yaşama peşindeler. Samimi gönüllerin aleyhine planlar yapıp uyguluyorlar: “Bu insanların hepsini yok etmemiz lazım! Hepsini silmemiz, hepsini itibarsızlaştırmamız lazım! Yoksa alkışı da kaybederiz, dünyayı da kaybederiz, ….kaybederiz, …kaybederiz, …kaybederiz!”
Ama ebedi sonsuz olanı kaybettiklerini hiç düşünmüyorlar. Hazır lezzetler için zulmü, işkenceyi, soykırımı… her şeyi mübah görüyorlar.
Başlangıçta küçük bir şey… insan için, şahsî bir günah… Oysaki Allah (celle celâluhu) ondan temizlenmenin yolunu göstermiş. İnsan öyle bir şey yaptığı zaman, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder, “istiğfar”da bulunur, sonra “tevbe”de bulunur, “inâbe”de bulunur. Bunun da ötesinde, eğer ufku orayı ihraz ediyorsa şayet, tamamen o hatanın altında kalıp ezilecek şekilde Cenâb-ı Hak karşısında hep iki büklüm yaşar, bir “evbe”de bulunur. Dolayısıyla Allah (celle celâluhu) da teşhir etmez; o, öyle bir mahcubiyetin güdümü altında olmaz.
Ama ne yazık ki, çok profesyonelleşmiş günümüzün Kabilleri. Bir kargadan ders alacak halleri yok. Zulümde, tuzakta, akılları ve kalpleri ifsad etmede şeytanı bile şaşırtıyorlar. Kadına ilişiyorlar… çocuğa ilişiyorlar... dağıtıyorlar aileleri… yıkıyorlar yuvaları… öyle masumlara dokunuyorlar ki milyonlarca insanın sinesinde yara açıyorlar. Öyle büyük haltlar karıştırıyorlar ki, tamiri imkânsız ayrıştırmalara sebebiyet veriyorlar… Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği gibi, hesap gününde “Benimki sadece bir vesveseydi.” diyecek İblis. “Ben, işin bu kadarını yapmamıştım!”
Zaaflarının esiri ve cismâniyetinin kulu olan kimseler, sadece kendilerine zarar vermekle kalmıyorlar, toplumu da değişik günahlara ve içten içe çürüyüp bozulmaya sevk ediyorlar. Toplumun temel unsurlarını, manevi dinamiklerini yerle bir ediyorlar.
Hatalar sadece kendilerine de münhasır kalmıyor, toplumun da ruhunu öldürüyor. Hayatlarında ellerine bıçak dahi almamış, suça bulaşmamış, yüz kızartıcı davranışların yanından geçmemiş, büyük fedakârlıklarla İslâm adına, Türkiye adına, nesiller adına, insanlık adına dünyaya yayılmış yüz binlerce müntesibi, seveni, sempatizanı bulunan bir Cemaat’e ve bu Cemaat’in rehber tanıdığı ve hayatında tek bir leke olmayan bir insana tarihte kimsenin kimseye atmadığı iftiralarla ve yalanlarla şeytanı utandıracak düşmanlıkta bulunuyorlar.
“Gün bugündür, dem bu dem.” diyenler türemiş her tarafta… arşı titreten çığlıklara dönüşen zulümleri görmezlikten gelip hayatını köşe dönmeye veya köşe kapmaya bağlamışların sayısını Allah bilir.
Zaman geçmiş, asırlar değişmiş ama küfrü temsil eden bütün Kabiller, firavunlar, bütün mütekebbirler, mağrurlar aynı hava içinde Hizmete saldırıyorlar bugün. Değişen sadece işkence şekilleri. Zamanlarının şartlarına göre zulüm yapmaktalar. Fakat, bütün işkencelere, zulümlere ve eziyetlere rağmen samimi Hizmet insanlarını yollarından çevirememişler ve çeviremeyecekler...
Habbab bin Eret (radıyallahu anh), yine Habil’in kafasını taşla ezen bir Kabil tarafından kızgın çakıllar üzerine sırtüstü yatırılıp işkence edilmişti. O şanlı sahabe göğsüne kendinden ağır taşların yüklendiği o günlerde sevdasından vazgeçmemişti. O günlere dair bir hatırasını şöyle anlatıyor: ‘Allah Rasûlü, Kâbe’nin duvarının dibine oturmuştu. Başını da örtmüştü. Yanına vardım, “Ya Rasûllallah, Cenâb-ı Hakk’a dua etmez misin, bize yardım eylesin!” dedim. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkenceler gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz.”
Allah Rasûlü, muzdarip sahabiye, gördüğü işkenceye benzer bir zulmü haber vermiş; sonra da onu müjdelemişti:
“Taraklarla etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine de onlar Allah'tan ve dininden vazgeçmezlerdi. Allah va'dini yerine getirecek, ama siz acele ediyorsunuz!” demişti. Rivayetlere göre, işte bu münasebetle, Ashab-ı Uhdud’dan da bahseden Burûc Sûresi nazil olmuştu. Bu Surede, Kur’an-ı Kerim, hendekler içinde ateşler yakarak inananları içine atıp sadistçe seyreden o günün Neronları’nın vahşetinden bahsetmekteydi:
“Ayât ve mucizeler zâhir ve bâhir iken, hazırladıkları çukurları (hapishaneleri, zindanları) tutuşturulmuş ateşle (işkenceyle) doldurarak inanmış kimseleri içine atıp yakan, bu esnada hendeklerin çevresinde oturup dinlerinden dönmeleri için müminlere yaptıkları işkenceleri zevkle seyreden o zalimler kahrolsunlar. Onların müminlere bu işkenceyi yapmalarının tek sebebi, müminlerin göklerin ve yerin yegane hâkimi, Azîz ve Hamîd (mutlak galip ve bütün övgülere lâyık) Allah’a iman etmeleri (O’nun adını bütün dünyada bayraklaştırmaları)ydi.” (Buruc, 85/4-7)
Ashab-ı Uhdud, inananları ateş dolu hendeklere atıp cayır cayır yakarken, biri kucağında, ikisi de eteklerinden tutmuş üç çocuklu bir kadının getirildiği ve dininden dönmezse çocuklarıyla beraber ateşe atılmakla karşı karşıya bırakıldığı da rivayet edilir. Kahraman kadın imanı uğruna çocuklarıyla birlikte ölümü çoktan göze almıştır; işkencelere rağmen dinini terk etmez. Bunun üzerine önce büyük çocuğu, sonra diğeri gözlerinin önünde ateşe atılır. Yüreği parçalanan anne, gözyaşı yerine yanaklarından kan akıtır ama ilahi rızayı kazanmak uğruna sabreder. Sıra kendisine geldiğinde bir an tereddüt yaşar; çünkü kucağındaki masum yavrusunu düşünür. Annenin halinde imandan gelen bir vakar, metanet ve sükunet vardır; fakat içinden kopan feryad, Arş-ı A’layı titretir. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk kundaktaki bebeği konuşturur; “Sabret anneciğim sabret. Dininde sebat göster ve bırak kendini ateşe. Çünkü sen Hakk üzerinesin, Allah seninle beraber.”
Müminler affetseler de dine ve imana dokunanların affolunmayacaklarını işaret edercesine Kur’an “kutile” sözüyle “kahroldular, kahrolsunlar, canları çıksın, lanete uğrasınlar” diyor o zalimler hakkında. ‘Kutile ashabül’uhdud’. Müslümanlara komplolar kuranlar, işkenceler edenler, hapishane hapishane dolaştıranlar, ölmeden mezara koymaya uğraşanlar kahrolsunlar, diyerek masumların Haklarının mutlaka alınacağını adeta ilan ediyor.
Kutile, diyor, hayır adına yapılan faaliyetlerin önünü kesmeye çalışanlara. İnsanları gadre uğratıp, zindanlara atanlara. Aileleri parçalayıp; kadın, kız, çoluk, çocuk, yaşlı-başlı demeden, herkesi mağduriyete, mazlumiyete uğratanlara. Masum insanları sindirmeye çalışanlara…
Kutile… şeytanî kıskançlık ve hasetle hayır yuvalarını, hayır sistemini baskı altına alanlara, kapama, öldürme gayreti içine girenlere...
Ve… bütün o işkencelere, zulümlere maruz kaldığı halde ‘O sabredenleri müjdele! Onlar ki, başlarına bir musibet geldiği zaman: “Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz.” derler. (Bakara 155-156)
Müjdeler olsun evleri basılanlara!.. eşkıya gibi takibe uğrayanlara.. sorgusuz sualsiz derdest edilip götürülüp içeriye atılanlara!.. Hicret yollarına düşenlere! Onlara ensar gibi sahip çıkanlara…
Peygamber’in müjdesi var!.. O, yâr olduktan sonra, varsın âlem ağyâr olsun! O “Gariplere müjdeler olsun!..” diyor.
“Müjdeler olsun!..” İnsanların, kendilerini bozgunculuğa saldıkları, eşkıyalık yapıp milletin malına mülküne el koydukları; tagallüpler, tahakkümler, tasallutlar yaşattıkları bir dönemde Müslümanlığı yaşamaya çalışma adına dişini sıkıp her şeye sabreden gariplere!..
Dünyanın dört bir tarafındaki mağdurlar için yeniden fedakarlıkla, diğergamlıkla, şefkatla Hizmet mevsimlerini gözleyip değerlendiren sevdalılara müjdeler olsun!..
Kabil’in bütün akıl oyunlarına, kin ve hasedine rağmen Habil gibi:
‘Rabbim benden bir kurban takdim etmemi mi istemiş? Canımı kurban etmem gereken Rabbime neden en güzel Kurban’ı mı sunmayayım ki? diyerek önümüzdeki Kurban mevsimini müthiş bir fırsat olarak değerlendiren yiğitlere müjdeler olsun!..