Kitlesel zulümlere bir toplumun direkt veya dolaylı verdiği destek, o toplumun sonrasında yaşayacağı acıların işaretidir .
Bu kaderin değişmez acı bir cilvesidir.
2. Dünya Savaşı'nın son diliminde Alman Halkının yaşadığı büyük kıyımlardan çok bahis edilmez. O trajik sonun sahiplerini ananlar ve onlar için ağlayanlar da pek duyulmaz. Bunun başlıca nedeni ise epey bir suç işlemiş bir hükümetin payandası ve taraftarları gözükmeleridir.
Savaşın sonuna doğru Sovyet ordusunun intikam amacıyla yaptığı sistemli katliam ve tecavüzlerinden kaçan Alman sivillerin doluştuğu gemilerin bir çoğu Baltık denizinde batırıldı.
Sovyet denizaltılarının batırdığı Gustloff ve Goya isimli gemilerde bulunan çoğunluğu kadın ve çocuk 15 bin kadar insan o soğuk sularda çırpına çırpına boğuldular.
Bu iki olay Dünya tarihinin en çok insanın öldüğü ilk iki gemi faciası olduğu halde, kazayla batan bir Titanik kadar veya Nazi Almanyası'ndan kaçan sivillerin batırılan gemileri kadar dünya kamuoyunun zihninde ve vicdanında yer bulamadı.
Alman Güçleri tarafından evlerinden, ekmeklerinden edilmiş on binlerce çoluk-çocuk, canlarını kurtarabilmek için güvenli gördüğü bölgelere gemilerle kaçmaya çalışırken nicesi Karadeniz'de, Atlantik'te ve bahsi geçen o Baltık Denizi'nde boğulmuşlardı.
O korkutucu denizlerde bu can pazarları bu denli yaşanırken Alman Halkının ekseriyeti hükümetlerini ateşli bir şekilde savunmaya devam ediyorlardı. Elbette yaşanan her şeyden tüm Alman halkı direkt sorumlu değildi. Zira olayın boyutundan tam anlamıyla haberdar değillerdi.
Çünkü tüm baskıcı otoriteler gibi Nazi Hükümeti de farklı ses ve haber kaynaklarını yasaklamış, böylece neden oldukları trajedinin korkunçluğunu kendi halkından saklayabilmişlerdi. Halkın duyduğu birkaç acı vak'a da; 'yakılması gereken kuruların ayırt edilmesinin ne denli zor olduğunun anlaşılmasını gerektiren bir kaç yaş odunun yanması'ydı. Haliyle Vatan ve devletin hayrına yapılan her şey tüm o yanlışlara kefaretti.
Halkın önemli bir kısmı devletlerinin yaptığı zulümlerin boyutundan habersiz olarak keyiflerine, eğlencelerine ara vermeden devam ettiler.
Ama asker-sivil-kadın-çocuk ayırt etmeyen intikam çarkı savaşın seyri değişmesiyle birlikte onlara dönmüştü.
Ve ancak o zaman arşa ulaşan ahları, feryatları işitebildiler. Onların acılarını kendi acıları üzerinden anladılar.
Savaş sonrasında Müttefik güçler tarafından, Alman halkına periyodik olarak hükümetlerinin yaptıkları izletildi. Bugün internette kolayca bulabileceğiniz bu görüntülerde, anne-babalarından koparılan çocukların çığlıklarını, toplama kamplarında sivil insanların cesetlerinden oluşmuş tepecikleri izleyen Alman Halkının büyük pişmanlığını gözyaşları ve iki büklüm olmuş hallerinden anlayabilirsiniz.
PARONAYA BULAŞICIDIR
Bilim, paranoyanın bulaşıcı olduğunu ve bu hastalığı başkalarının ruhlara bulaştıran kişinin, cirmi yani çapı kadar etrafına etki edebileceğini söyler.
Evet, kaygı ve nefretlerini keşfetmiş bir paranoyak liderin büyüsüne, koca bir halk kapılıvermişti. Ve sonrasında onun arkasından feci bir sona uğramışlardı. Ne garip ki; onunla birlikte uçuruma doğru sürüklenirlerken adeta devirdikleri her bir koruyucu bariyeri, yükselmelerinin önündeki engeller olarak gördüler. Bu nedenle son ana kadar gerçeği göremediler.
Fizan'daki sağır sultanın duyduğu bugünün Türkiyesi'ndeki zulümlerden halkın önemli bir kısmı, masum suçlu ayırt etmeyen dehşetten habersiz gibiler.
Dünyaya gözlerini açar açmaz mağdur edilen bebeklere kadar uzanan zulümleri gözleriyle gördükleri takdirde asla razı olmayacaklarına inandığım insanlar, sağlıklı ve doğru bilgilenme imkanları olmadığından dolayı bu zulüm çarkının işlemesine ve devamına vesile olmaktalar.
Bu da ileride kendilerinin de maruz kalacağı geniş yelpazedeki zulümlerin kapısını aralamak manasına gelmektedir.
Zira Alman Halkı olayında olduğu gibi insanlığın çokça tecrübe ettiği bu gerçeği Allah kitabında net bir uyarıyla bildirmiştir:
"Zalimlere sakın sempati duymayın, onları desteklemeyin, yoksa size de ateş dokunur" (Hud 113)
Bu süreçte, toplumsal uzlaşı ile saygı duyulan, adî veya ideolojik hiçbir kavgada hedef olmayan, dokunulmaz birçok kutsalın önündeki surlar yıkıldı.
Yaşlı ve özürlü insanlardan başörtülü kadınlara, ev hanımlarından yeni doğum yapmış lohusalı annelere ve bebeklerine, ekmeklerinden edilen yüz binlere kadar merhametsiz uygulamalar toplum indindeki kırmızı çizgileri tuzla buz etti.
Malum üzere bu tahripkârlık, 15 Temmuz'dan çok evvel başlayan tutuklamalar ve mala-mülke hukuksuzca el koymalarla başlamıştı. Belli ki o uğursuz gece de başörtülü ev hanımlarını, dindar genç-yaşlı sivilleri onlara baştan beri alerjisi olan aynı zihniyet hedef yapmıştı. Halen kimlerin o insanları öldürmek kastıyla ateş ettiğini ortaya çıkartacak balistik incelemelerin yapılmaması da bugün ilişilemeyen bu klik üzerindeki şüpheleri güçlendirmekte. Ve o olay sonrasındaki sınırsız haksızlıkların niteliği de hep aynı adresi göstermekte.
Evet bir gün aynı zalim eller tarafından benzer vasıflara sahip insanların başına da yarın aynı şeyler gelmemesinin garantisi yok artık.
Bunca gerilim siyaseti ve uygulamaları sonucu nefretle domine edilmiş başta seküler kesimler olmak üzere geniş bir tabanı arkasına alan ve hali hazırdaki akıl almaz eziyetlerin taşeronluğunu yapan Ulusalcı etkinlerin; Ergenekon, Balyoz ve Jitem davalarından kaynaklı intikamlarının kalan diğer yarısı da acımasız olacak gibi.
Bugün Boğaziçi sahillerinde gezen, tozan, sosyal tesislerde yiyen, içen ve eğlenen muhafazakar görünümlü adamından, kadınına ve kızına kadar geniş bir kesim, içeride tutulan on binlerce masum insana yaşatılan sıkıntılarla aynı acımasızlıkla maruz kalabilirler. Belki daha da fazlasına..
Bu endişelerimi aktardığım ev arkadaşım gözleri faltaşı gibi açılarak:
"Bizler buna müsaade etmemeliyiz" diyerek yıkandığı gönül deryasının hakkını veren bir refleks gösterdi.
"Ah! ah! Terörist ve hain olduğunuza inandırılmış ve sizlerden nefret eden sağından, solundan o insanların dahi kötü akibetinden endişe duyan sizleri tanıyamamak onlar için en büyük mahrumiyet " dedim kendi kendime.
Salih Yusuf