Fakat aslında sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırlardan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vaki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir.
Sadakat ise; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep
vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak halis bir niyetle
Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir.
Söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, insanlarla olan muamelele-rinde hep dürüst davranan; günlük konuşmalarından mizahlarına, dost meclislerindeki muhaverelerinden tebliğ adına yaptığı konuşmalarına kadar bütün söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan ve dostluğun gerektirdiği vefayı hep muhafaza eden, sözünün eri ve güven timsali insanlara "sadık" denir.
Sıdk ve sadakatte zirveyi tutan, hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri ise "sıddîk" unvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sadık insanlardır. Resûl-i Ekrem
Efendimiz'i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i'lâ-yı kelimetullahı hayatının gayesi bilen sıddîkların pîri Hazret-i Ebu Bekir'dir (radiyallahu anh). Aslında Ashâb-ı Kirâm'ın hepsi birer sıddîktır; ne var ki, onların en önünde yer alan ve sadakat sancağını taşıyan zat Ebu Bekir efendimizdir. Nitekim, Allah Teâlâ, "Sıdk mesajıyla gelen, hak ve gerçeği getiren ve O'nu gönülden tasdik eden var ya, işte her türlü fenalıktan korunanlar, takva üzere olanlar onlardır." (Zümer, 39/33) mealindeki
ayet-i kerimeyle daha din-i mübînin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu ilâhî mesaja ilk defa "
evet" deyip ona koşanı sıdk u sadakatle tavsif ve tebcil buyurmuştur. Bazı müfessirlere göre; bu ilahî beyan, sıdk sesinin, sıdk sözünün, sıdk düşüncesinin sesi soluğu olan Hazreti Sadık u Masdûk efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) ile O'na inanıp mesajını tasdik eden ve İslam'a gönülden bağlananların ilki, rehberi Ebu Bekir (radiyallahu anh) hazretlerini nazara vermektedir.
O'nun Hayatı Mesajının Doğruluğuna Şahitti
Nur Müellifi, "Müseylime'yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi,
Muhammedü'l-
Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur." der. Evet, sıdk bir
peygamber sıfatıdır. Güzel ahlakın kapısı doğrulukla açılır; en makbul ve seçkin kullar mertebesine, cennetin zirvesine sadakatle ulaşılır. Sıdk, aynı zamanda Allah elçilerinin vazifelerini yaparken kullandıkları bir kredidir. Onların doğruluğa kilitlenmiş bulunmaları arkalarındaki istidatlı insanların hidayetine vesile olmuştur.
Sıdk sarayının sultanı Resûl-i Ekrem Efendimiz de doğruluk ve güvenilirliği sayesinde pek çok gönlün kilidini rahatlıkla açmıştı. Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye gibi küfrün temsilcileri bile "Vallahi biz bu adamın yalan söylediğine hiç şahit olmadık" demek zorunda kalmışlardı. Muhbir-i Sadık, Mekkelileri Ebû Kubeys tepesinde toplayıp "Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman ordusunun bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduğunu söylesem bana inanır mısınız?" diye sorunca, oradakilerin hepsi tereddütsüzce "evet inanırız" diye bağırmışlardı. Çünkü, o güne kadar O'nun hiçbir hilâf-ı vâki beyanını duymamışlardı. Dünya adına hiçbir beklentisi olmayan bir insanın kırk yaşına kadar çok basit meselelerde bile hilâf-i vaki beyanda bulunmayıp o yaştan sonra hakikate
muhalif sözler söylemesi zaten düşünülemezdi. O zamana değin öyle müstakim bir çizgi takip etmişti ki, ahlâk-ı âliyeye bağlı o gidişatı ondan sonra söyleyeceği, göstereceği, sunacağı ve temsil edeceği her şeyin referansı olmuştu.
Dolayısıyla, düşmanları dahi O'nu yalancılıkla itham edemiyor, -hâşâ yüz bin defa hâşâ- '
şair, sâhir, mecnun' yakıştırmalarında bulunarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlardı. Hakikatini inkâr edemedikleri mucizelerine de 'sihir' deyip geçiştiriyorlardı. O'nun risaletini kabule yanaşmayan müşrikler bile, "Muhammed doğru söylüyor" demekten kendilerini alamıyor; fakat peygamberliğin O'na verilişini
kibir ve gururlarına yediremeyip, "Risalet neden eşraftan birine değil de bir yetime verildi?" demek suretiyle O'na teslim olmamak için kendilerince mazeret uyduruyorlardı.
Özümüzle Sözümüz Bir mi?
Selef-i sâlihîn efendilerimiz, peygamberlerin vasıflarından üçünü sıralarken önce sıdkı, daha sonra emaneti, akabinde de tebliğ aşkını saymışlardır. Tebliği sıdk ve emanetten sonra zikretmeleri çok manidardır. Demek ki tebliğ vazifesinin eksiksiz ve kusursuz yapılabilmesi için mübelliğin önce sıdkla, sonra da güvenilir, inanılır ve itimat edilir bir insan olma manasına gelen emanetle muttasıf bulunması gerekmektedir. Tebliğ aşkı ancak peygamberane sadakat ve peygamberane emanetle beraber bulunursa bir kıymet ifade etmektedir. Bu iki kanattan yoksun bir tebliğ adamı hem
hizmet adına yapıp ettiklerini başka beklenti ve mülahazalara bağlamaktan kurtulamayacak hem de sunacağı mesaja kimseyi inandıramayacaktır.
Öyleyse, bu noktada biraz durmak, derin derin düşünmek ve kendi durumumuzu gözden geçirmek düşer bize!.. Sahiden sıdk ve
emniyet üzere yaşıyor muyuz? Gizli-açık her halimizde sıdk u sadakatin rengi var mı? Özümüzle sözümüzü bir kılabildik mi? Çevremize emniyet telkin edebildik mi; güvenebiliyor mu insanlar bize? Yanlarında anıldığımız zaman hemen "Onun elinden, dilinden hiç kimseye zarar gelmez" diyebiliyorlar mı? İşte, bütün bu ve benzeri soruların cevabı müspet olmadan yapacağımız tebliğ hem dünya hem de
ahiret hesabına akim kalmaya mahkumdur.
1- Sadakat; söz, tavır, duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, vefalı davranıp hainlik ve döneklik yapmama demektir.
2- Resûl-i Ekrem Efendimiz'e düşman olan insanlar bile ona -hâşâ- 'şair, sâhir, mecnun' yakıştırmalarında bulunuyorlar ama asla O'nu yalancılıkla itham edemiyorlardı.
3- Tebliğ vazifesinin eksiksiz ve kusursuz yapılabilmesi için tebliğcinin önce sıdkla, sonra da güvenilir bir insan olma manasına gelen emanetle muttasıf bulunması gerekmektedir.