Ancak
Bediüzzaman Said Nursî
yaşlılığın mutluluğu engelleyen bir faktör değil, şükrü gerektiren bir
nimet olduğundan bahsediyor eserlerinde. Böylelikle
ihtiyarlık darağacının gölgesinde bekleyen karanlık bir suret olmaktan çıkıyor.
İnsan dünyaya geldiği andan itibaren bir
gelişim süreci yaşar. "Konuştu, yürüdü, okula başladı, evlendi" d
erken bir de bakar ki saçına aklar düşmüş, dimdik duran beli bükülmüş; şen şakrak gülüşleri yerini manidar bir tebessüme bırakmış, eski gücü kalmamış, farklı farklı
hastalıklar bedeninde nüksetmeye başlamıştır. Artık bir yandan çalışıp didindiklerinin meyvesini yiyeceği, bir yandan da geçmişin güzel günlerine özlemle 'Hey gidi
gençlik' diyeceği günler gelip çatmıştır. Çünkü bu dönem yaşanmışlıkların acı-
tatlı birikimiyle
mezun olunan 'hayat okulu'nda 'bilgelik' dönemine tekabül eder. Bunun için İslâm ahlakında büyüklerimiz her zaman baş tacı edilir. Onlar söze başladı mı herkes
kulak kesilir. Gençliğinde kainatı bir kitap gibi okuyanlar, elbette hayatlarının bu döneminde de ibret alınacak ve öğrenilecek pek çok şey bulur. Hatta bu çıkarımlarını seve seve etrafındakilerle paylaşıp, 'okuma'ya yeni başlayanlara örnek olur. Ancak ihtiyarlık günümüzde korkunç ve kaçınılmaz bir son,
ölümden önceki son
durak olarak gösteriliyor bizlere. Yaşlandırmayı geciktirecek her türlü estetiksel buluşun merakla takip edilmesinin en temel sebebi de bu. Kaldı ki teknoloji ve sağlık alanında yapılan gelişmeler yaşlanmayı bir hayli geciktirse de yapılan ameliyatlar, kullanılan bazı ilaç ve anti-aging yöntemler insan
yaşamını olumsuz etkileyebiliyor. Bunun sonucunda yaşıyla doğru orantılı görünmek ve giyinmek istemeyen, ama bedensel anlamda zindeliğe sahip olmayan 'yaşlı genç' bir insan profili çıkıyor. Buradan kastımız her yaşın ayrı bir kıymetinin olması, yoksa gençken yaşlanmak değil. Aksi takdirde daha 40-50 yaşlarında kendini yaşlı belleyip "Ben
dede-nine oldum" diyerek hayattan erken
emekli olmaya çalışmak da ne kadar doğru tartışılır.
İnsanların görüntüsel anlamda yaşlanmak istememelerinin bir sebebi de hafızalarının ve melekelerinin sorgulanacağı endişesi. Halbuki yapılan çalışmalar yaşlıların
akıl yürütme ve sözel becerilerinde gençliğe oranla pek bir değişiklik arz etmediğini gösteriyor. Hatta bilim adamlarının en üretken oldukları zaman 65 yaş ve sonrasındaki dönem. Zekâyı genel olarak 'birikimli zekâ' ve 'akıcı zekâ' olarak ikiye ayırdığımızda, yaşlı insanların akıcı zekâlarının (kavram oluşturma, soyut muhakeme gibi) yaşla birlikte düştüğü, birikimli zekâlarının (soyut muhakeme, öğrenilmiş görevler) da arttığını söyleyebiliriz. Nitekim özellikle yaşlılıkta sıklıkla görülen demans (
bunama) hastalığı; öğrenme, zihni aktif kullanma gibi zihinsel çabaları olan yaşlılarda daha az gözleniyor.
Yaşlılık elbette bazı zorlukları beraberinde getiriyor. Psikolog Nedime Kekeçoğlu, "Yaşlılık dönemiyle birlikte insan kendisinin bir köşeye atıldığını, bir işe yaramadığını düşünebilir. Bu düşünceler bu dönemde artış gösteren depresyonun başlıca sebepleridir. Eşini ve yakınlarını kaybetme, çocukların evlenip gitmesi, emekli olma gibi yaşamdaki değişimler bu dönemde kişiyi daha çok etkileyebilir." diyerek yaşlılarımızın ruh dünyalarının bize oranla çok daha hassas olduğuna dikkat çekiyor. Kaldı ki sadece ruhsal değil bedensel sağlıklarında da istem dışı değişimler oluyor. Akut hastalıklar yerini kronik rahatsızlıklara bırakıyor. Özellikle
kalp-
damar hastalıkları,
tansiyon ve
şeker hastalığı, kilo alma eğiliminde artış, hareketlerde yavaşlama, beş duyu organının duyarlılıklarında azalma, karmaşık işleri yapma becerisinde ise düşüş görülüyor.
Yaşlanıp da güçten düşünce insanlar elbette bu durumdan zaman zaman şikâyet edebiliyor. Ancak
Bediüzzaman Said Nursî yaşlılığın mutluluğu engelleyen bir faktör değil, şükrü gerektiren bir nimet olduğundan bahsediyor eserlerinde. Üstad, ihtiyarların yaşadıkları problemlerin, ölümü yokluk olarak kabul eden algılayış biçimlerinden kaynaklandığını düşünüyor ve ölümün zannedildiği gibi bir yok oluş değil, aksine yeni bir başlangıç, eski dostlara kavuşma süreci olduğunu vurguluyor. Böylelikle ihtiyarlık darağacının gölgesinde bekleyen karanlık bir suret olmaktan çıkıp mutluluk içinde geçirilecek bir dönem haline geliyor. Bediüzzaman, ihtiyarlığa sevap ve fazilet noktasından yaklaşıyor daha çok. 26. Lem'a'da ihtiyarlıkta çekilen sıkıntı ve hastalıklar şayet bir
sabır ile karşılanırsa, bu dönemin gafletle geçen
gençlikten çok daha faziletli olacağı müjdesini veriyor. Onun "İşte, ihtiyarlığımın serzgüzeştliğinden gelen ağrılara ve meyûsiyetlere, imandan ve Kur'ân'dan imdada yetişen kudsî tesellilerle bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem." ifadesi bu düşüncesinin en güzel kanıtı.
Kişinin sadece kendisi değil, yakın çevresi de 'ahir ömür' sürecinden sorumluluk adına nasibini alabiliyor.
Allah ömür verirse her insan çocuk, genç, yetişkin olduğu gibi bir gün muhakkak yaşlılığı da tadacak.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşı sebebiyle ikramda bulunursa, Allah yaşlılığında ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir eder." diyerek vakti geldiğinde aynı şeyleri bizim de yaşayacağımızı hatırlatır ve büyüklerimize ihsanda bulunmamızı
teşvik eder. Ancak günlük hayatın koşuşturmacasında, ev, iş, eş, aş derken vazifemizi
ihmal edebiliyoruz. Yaşlı bir akraba ya da komşumuzu ziyaret etmeyi, arayıp hal hatır sormayı bir sorumluluk olarak göremiyoruz. Arasak bile bunu başa kakabiliyoruz. Hal böyle olunca onlar da kendilerini işe yaramaz, bir köşeye atılmış hissettikleri gibi hassas gönülleri incinebiliyor, minnet altında ezilebiliyorlar. Oysa bu dünyanın her yaşta insana ihtiyacı var. Sadece onun insanlığa katkısının formu değişiyor ve daha çok duaya dönüşüyor o kadar. Geniş
aileler belki de bu konuda biraz daha şanslı.
Vacide Ben kayınvalidesi ve kayınpederiyle yaşıyor. Küçük de bir kızları var. Vacide Hanım, geniş aile olarak yaşamanın özellikle çocukları açısından çok iyi olduğunu düşünüyor: "Çocuğumun en çok ihtiyaç duyduğu sevgi ve ilgi. Dedesi ve ninesiyle çok güzel
vakit geçiriyor. Çalışan bir anne olduğum için işe gittiğimde gözüm arkada kalmıyor." Ancak Ben'e göre büyüklerle yaşamanın elbette zor yanları da var: "Öncelikle evlerimiz maalesef iki ailenin birlikte
yasaması için pek uygun değil. Bir kayınvalide ve gelin, bir anne oğul birlikte yaşarken sorunlar çıkabilir. Burada fedakârlık ve karşılıklı hoşgörü çok önemli. Bunların olması normal. Ancak önemli olan büyütmemek ve saygıyı hep muhafaza etmek. Bir de insanlara bunun zor olduğunu anlatıp korkutmaktansa yol göstermek, nasıl geçinileceğiyle alakalı olumlu şeyler söylemek daha faydalı olacaktır. Bu dünyada ne ekersek nihayetinde onunla karşılaşacağız."
Anlaşmazlıklar her ailede olabilir. Önemli olan sorun çözücü olup, orta yolu bulabilmek. Gençlikte insan bazı şeyleri idrak edemeyebilir. Ancak yapılan hataları "Ben sana/size demiştim" diyerek başa kakmak da doğru değil. Psikolog Nedime Kekeçoğlu bu noktada dikkatlerimizi, yaşlılıkla birlikte bir işe yaramadığını düşünen ihtiyarın, bu algıyı doğruya kanalize edebilmek için bayansa gelini ve kızıyla, erkekse oğlu ve damadıyla rekabete girebileceği ihtimaline çekiyor. Bu dengenin sağlanmasında ise her iki tarafın da yapması gerekenler var. Gençler büyüklerinin tecrübesine, bilgisine her zaman ihtiyaçlarının olduğunu hissettirmelerinin yanında, düşüncelerine de saygı göstermeliler. Fakat her şeyde gençlere yüklenmek de olmaz. Büyüklerin de gençlerin fikirlerine kararlarına saygı duyması ve hoşgörülü olması gerekiyor. Zira "Bizim zamanımızda böyle miydi?" deyip gençlere sürekli
nasihat vermek onları bir süre sonra bıktırıyor. Bu sebeple büyüklerimize düşen de gençleri bıktırmadan yerinde ve zamanında bir şeylere müdahil olmaları ve onlara yol göstermeleri.
Ebru Yayuşpayı (25) da beş yıldır ninesi ve dedesiyle yaşayan vefalı bir
torun. Onlara maddi ve manevi
destek oluyor. Ebru hanım "Tecrübelerine ve bilgilerine güveniyor ve beni sevdiklerini biliyorum. Çünkü onlar da benim için çok değerliler. Ancak her şeyi aynı düşünmemiz imkansız. Zaman zaman isteklerime saygı göstermelerini ve beni anlamalarını istiyorum. Yapmak istediklerimi gereksiz görüp, izin vermeyebiliyorlar." serzenişinde bulunuyor. Ebru Hanım ninesinin çok titiz olduğundan bahsediyor: "Evin sorumluluğu benim üzerimde sayılır. Ev işlerine elimden geldiğince
yardım ediyorum. Ama ninem beğenmediğinde çok üzülüyorum. Onlara hürmet ettiğim için Allah'ın benden hoşnut olduğunu düşünmek beni çok mutlu ediyor. Ufak tefek anlaşmazlıklarımız olsa da orta yolu buluyoruz."
KİMSESİZ YAŞLILARA EV SICAKLIĞI
Aile sıcaklığından uzak, kimseleri olmayan yaşlılarımız da var ne yazık ki. Yaşlılıklarına kimsesizlikleri eklenince hayat onlar için daha da zor oluyor elbette. Ancak yine de yaşadıklarından
ders çıkarmayı ihmal etmiyorlar. Biz de onlarla görüşmek ve derslerinden pay almak için Kayışdağı Darülaceze Müdürlüğü'nün kapısını çaldık. Müdür
İsrafil Aydın, yaşlılara barınma, beslenme, sağlık, sosyal,
psikolojik tüm ihtiyaçlarının karşılamaya çalıştıklarını; bununla birlikte sakinlerin yaşam kalitelerini artırmak amacıyla birim içi ve dışı sosyal faaliyetler;
doğum günleri, piknikler, geziler düzenlediklerini, çeşitli projeler (Darülaceze Dostluğu ve Gönüllülüğü Projesi, Sakinlerin Sosyal
Hayata Adaptasyonu Projesi) geliştirdiklerini anlatıyor. Ama Aydın'a göre yaşlıların en çok sevgi ve sohbete ihtiyaçları var: "Biz bunu mümkün olduğunca sağlamaya çalışıyoruz. Ama malumunuzdur ki bu ihtiyaçlar için en verimli kaynak
gönüllüler.
Lise ve üniversitelerimizden pek çok öğrenci gönüllü olarak kurumumuzda çalışıyor. Ancak uzun süreli ve istikrarlı
gönüllülere daha çok ihtiyacımız var."
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kayışdağı Darülaceze Müdürlüğü tarafından hayata geçirilen Yaşam Evleri projesiyle, Darülaceze'de kalma şartlarına sahip olan kişiler, tüm ihtiyaçları Kayışdağı Darülaceze Müdürlüğü tarafından karşılanarak İstanbul'un değişik mekânlarında açılmış olan evlerde kalabiliyor. İstanbul'da Fatih,
Kağıthane,
Beşiktaş,
Maltepe,
Kadıköy,
Üsküdar gibi bir çok semtte toplam 22 tane yaşam evi bulunuyor ve buralarda yaklaşık 45 kişi ikamet ediyor. Üsküdar'daki yaşam evinde kalan Yusuf ve
Kadir Amca burada kendi düzenlerini çoktan kurmuşlar. Hatta ziyaret için gittiğimiz evlerinde mis gibi bir çayla karşıladılar bizleri. Kendilerine ait odaları var. İkisi de çok düzenliler. Yusuf Amca biraz kilolu olunca onun daha rahat etmesi için yatağını bile iki kişilik almışlar. Daha önceden Üsküdar civarında kaldıklarından yaşadıkları mekandan uzaklaşmamaları için Üsküdar'a yerleştirilmişler. Zaten yaşam evleri projesinde bu hassasiyet özellikle gözetiliyor. Yaşlılarımızın elektrik, su, doğalgaz gibi giderleri de karşılanıyor ve evde kalanlara 500 TL
maaş veriliyor. Sıra geldi hikâyelerini dinlemeye:
Yusuf Kart 58 yaşında, Adıyamanlı. Yaklaşık 2 yıldır Kayışdağı Darülaceze Müdürlüğüne bağlı yaşam evinde kalıyor. Hiç evlenmemiş. Yardımsever gönüller vesilesiyle iki kez umreye, bir kez de hacca gitmiş. Yusuf Amca "Yaşlandıkça insan biraz huysuzlaşıyor." diyor. Ama ev arkadaşı Kadir Bey ile çok iyi anlaşıyor: "O bana
Hacı Ağabey der, ben de ona Kadir Ağabey derim. Hiç birbirimizi kırmadık." Evlerinin hemen yanında cami var. Yusuf Amca cami cemaatinin onu tanıdığını, içindeki huzuru ve enerjiyi namaza borçlu olduğunu söylüyor. Elazığlı Kadir Bulut ise 61 yaşında. Kadir Amca ev işlerinden dertli: "
Yemek yapmak biraz zahmetli. Evi süpürmem de uzun sürüyor. Çünkü çabuk yoruluyorum. Kurum, ancak 15-20 günde bir temizlikçi gönderebiliyor."
Yanlarından ayrılmadan önce Yusuf ve Kadir Amca'nın biz gençlere tavsiyede bulunacaklarını düşünürken, Kadir Amca, akranlarına birkaç tavsiyede bulundu: "Yaşlılık denince sadece büyüklere saygı göstermek anlaşılmamalı. Büyükler de gençleri anlamaya çalışmalı. Gençlerin düşüncelerine değer verdiğimizi hissettirmeliyiz ki tecrübelerimizden yola çıkarak doğru ve yanlışları onlara gösterirken bizi dinlesinler."
[email protected]
Yaşlanmakla
hizmet bitmez
Yaşlılık kişinin dünyadan elini eteğini çekmesi anlamına gelmiyor şüphesiz. Kişi son nefesine kadar Allah'a kul. Tevbe kapısının kapanmamasındaki bir hikmet de bu olsa gerek.
Fethullah Gülen Hocaefendi insanın belli bir yaşa geldikten sonra, Allah yolunda yerine getirmekle mesul olduğu vazifeyi bırakıp bir kenara çekilmesinin geçerli bir mazeret olmadığı/olmayacağı görüşünde: "Evet, imkân el verdiği sürece Cenâb-ı Hakk'ın rızası istikametinde koşturup durmak hem vazifemiz hem de dine karşı borcumuzdur. Bir kez daha ifade edelim ki, nasıl ölüm gelip kapımızı çalacağı âna kadar namaz, zekât, oruç gibi ibadetler, mükellefiyetler bizden düşmemektedir; aynı şekilde din-i mübîn-i İslâm'ı i'lâ ve dünyanın dört bir yanında ruh-u revan-ı Muahmmedî'nin (aleyhissalâtü vesselâm) şehbal açmasını sağlama istikametinde cehd ü gayret içinde bulunmak da takati ölçüsünde hepimizin üzerinde bulunan bir sorumluluktur ve bu sorumluluk son nefesimizi vereceğimiz âna kadar devam eder."
Hocaefendi bununla ilgili
Yaşar Tunagür Hoca'dan dinlediği bir hatırasını bizimle paylaşıyor: "Kendisinden ders okudukları Hüsrev Hoca, sırt üstü yatarak dahi olsa elinde kitabı tutabildiği sürece talebelerine ders vermeye devam eder. Fakat son zamanlarında artık o durumda dahi kitabı elinde tutamaz olur ve elindeki kitap zaman zaman 'cup' diye yere düşer. Onun bu hâlini gören talebeleri, bu durumun mâkul bir mazeret teşkil ettiğini söyleyerek hocalarının ellerinden kitabı almak isterler. İşte o esnada Hüsrev Hoca ellerini kaldırıp: "Allah'ım beni mazur gör, bırakmak istemiyordum ama bunlar kitabı elimden aldı." der ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya durur. Diğer taraftan Hocaefendi, "Yaşlı ve hasta insanlar ölümü daha fazla düşünür, bunun neticesinde öteler için daha dikkatli ve daha temkinli bir hayat yaşarlar. Gençler bir yaşlının hissettiği ölçüde ölümü duyup hissedemezler. Mesela 60-70 yaşlarına gelmiş bir mü'min yaşadığı her günün son günü olabileceği düşüncesiyle o günü çok iyi değerlendirmeye çalışır." diyerek yaşlılığın bir başka yönüne işaret ediyor.
BUKET DAVULCU