İnsandaki zaaflar ve Şeytan'ın hücum noktaları

Araştırmacı Yazar, Mehmet Ünal'ın "İnsandaki Zaaflar ve Şeytan’ın Hücum Noktaları" adlı yazısının ikinci bölümü

İnsandaki zaaflar ve Şeytan'ın hücum noktaları

İnsandaki Zaaflar ve Şeytan’ın Hücum Noktaları- 2 Irkçılık veya Kavmiyetçilik- 1 İnsanlar için, belirli bir renk veya insanlığın özel bir ırkına mensubiyetin getirdiği hiçbir hususi ayrıcalık yoktur. Müslümanlar bir ırkın ve bir halkın diğerine karşı savunucusu olamazlar. Hele hele ırk taassubuyla yalan söyleyerek hakikatlerin hatırını kendi mensup oldukları ırklarının veya soylarının hatırlarının altına alamazlar. Maddi veya genetik soy, üstünlük kaynağı olamaz. Hz. Âdem’in önünde, O’nun üstünlüğünü kabul etme mahiyetinde, Şeytan’ı, secde etmeyerek Allah’ın emrine isyan ettiren sebep, nesebi dolayısıyla O’nun üstün olduğunu iddia etmesidir: Allah, şöyle buyurdu: “Ey İblis, sana ne oluyor ki, secde edenlerle birlikte değilsin?” İblis, “Ben” dedi, “kuru, pişmemiş çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir beşere secde edemezdim.” “Çık oradan!” buyurdu Allah; “Sen, artık huzurumdan ve rahmetimden kovulmuş birisin. “Hesap Günü’ne kadar hep lânetlenmiş olarak yaşayacaksın!” (15: 32-35) Irkçılık, çağımızın en tehlikeli problemlerinden birisidir. Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Peygamber olarak gönderildiği zaman, Mekke’de, kabilecilik kılığında ırkçılık etrafında davranışlar yaygın idi. Hususi olarak Kureyş ve genelde ise Araplar kendilerini diğer insanlardan üstün sayıyorlardı. Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu İlahi Mesaj’la geldi ve onu şöyle açıklayarak ilan etti: “Hiçbir Arab’ın Arap olmayana, hiçbir beyazın ise bir siyaha üstünlüğü yoktur.” (İbn-i Hanbel, 5: 441). ). Tüm bu uyarılara rağmen insanın, sırf kendi soyunun, kabilesinin, ırkı veya milletinin üstün gelmesi için, kendisine gelen hakikatleri saptırdığı, hakikatleri getirenlerle alakalı yalanlar uydurduğu ve onlara türlü iftiralar attığı zamanlar hep olagelmiştir. Bunun sebebi bazen de, aslında kendilerine gelen doğruların doğru olduğunu kabul etseler bile, bu doğruların neden kendi içlerinden birisi tarafından değil de hariçten birisi tarafından temsil edildiğini sorgulamaları, bunu kör bir inatla çekemeyip kıskanmaları da olmuştur. Yukarıda sayılan temel sebeplerden dolayı ve kendilerine göre, bir takım dünyevi küçük hesaplar veya menfaatler için apaçık doğruları inkâr etmişler, yalanlamışlar ya da tahrif ederek gerçek mecrasından saptırmaya çalışmışlardır. Hatta bu hususta öyle bir hasetlik içerisine girmişlerdir ki; bizzat kendileri, hakikatleri bekleyiş içerisinde olmalarına rağmen, gelen hakikatler neden bizim içimizden birisi tarafından getirilmedi veya neden bizim içimizden çıkmadı diyerek, bekledikleri gerçekleri, bizzat yine, kendileri yalanlamışlardır. Allah Resulü’nün (s.a.v) Risalet’inin bazıları tarafından yalanlanması veya bizzat O’na ve inananlara yalancı denilerek yalan söylenmesi, buna en güzel örneklerden birisini teşkil eder. Aslında Yahudi ve Hıristiyanlardan bazıları, Allah Resûlü’nü çok iyi bilip tanıyorlardı. Ama kin ve hasetleri inanmalarına mâni oluyordu. Hem bu tanıma, o kadar kesin ve netti ki inanmak için sadece Allah Resûlü’ne bir kere bakmaları yeterliydi. Zira onlar, Allah Resûlü’nü bütün şekil ve şemâiliyle tanıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim bu hakikate şöyle işaret etmektedir: “Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.” (Bakara sûresi, 2/146.) Hatta Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı öz evlâtlarından daha iyi tanıyorlardı. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Abdullah b. Selâm’a sorar: – Allah Resûlü’nü öz evlâdın gibi tanıyor muydun? Cevap verir: – Öz evlâdımdan daha iyi tanıyordum. Hz. Ömer, ikinci defa “Nasıl?” diye sorunca da şu cevabı verir: “Evlâdım hakkında şüphe edebilirim. Belki beni hanımım kandırmıştır. Fakat Allah Resûlü’nün son peygamber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur.” Bu cevap Hz. Ömer’i öyle sevindirir ki, kalkar ve Abdullah b. Selâm’ın başından öper. (M.F. Gülen, Sonsuz Nur 1, İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 1/195; Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, 1/357; Ebu’ssuûd Efendi, İrşadü akli’s-selim, 1/176.) Kişinin, kendi ırkına, soyuna veya milletine, her türlü hakikatin de üstünde tutarcasına bir taassupla, körü körüne bağlı olması, onu her zaman hataya sürükler ve artık kendi ırkının hatalarını da görmezlikten gelmeye zorlar veya iter. Bunun sonucunda ise ya hakikatleri yalanlar, gerçekleri saptırır veya bizzat yalan söyleyerek, doğruların temsilcilerine, akla-hayale gelmedik iftiralarda bulunur. Böyle bir yalancılıktan kurtulmanın yolu ise, doğruyu, nereden ve kimden gelirse gelsin kabul etmekten, yani hakkaniyetli davranmaktan geçer. Aynı zamanda, “Üstünlük; renk, ırk, soy ve sopla değil; takva, Allah’tan (celle celâluhu) korkma ve iyi bir insan olma ile değerlendirilir” (Bkz.: Hucurât sûresi, 49/13.) Beyan-ı Sübhaniyesi’nde belirtildiği gibi, Hakk ve hakikat karşısında boyun eğerek iyi bir insan olmak ve müminler olarak, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe sûresi, 9/119.) fermanına itaat ederek sadece doğrularla birlikte olmak, kişiyi, böyle kör bir yalancılıktan kurtarabilir. Zaten Allah Resulü’de (s.a.v) şöyle buyurur: “Daima doğruluğu araştırın! Doğrulukta helâkinizi görseniz bile, muhakkak onda sizin kurtuluşunuz vardır.” (İbn Ebi’d-Dünya, es-Samt, s. 227; Mekârimü’l-ahlâk, s. 51; Hennâd, ez-Zühd, 2/635.) Mehmet Ünal Araştırmacı Yazar [email protected]
<< Önceki Haber İnsandaki zaaflar ve Şeytan'ın hücum noktaları Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER