-Mü'min, konuşmadan kaynaklanan ya da kaynaklanması muhtemel bulunan, faydasız, belki de bazen zararlı söz, beyan ve mütalâalara karşı
“Ağzından çıkan hiçbir söz yoktur ki, onun yanında hazır bulunan gözcüler (o ifadeleri) kaydetmiş olmasınlar.” fehvasınca, temkinli davranıp düşüncelerini ifade etmeyi sadece ve sadece
Allah rızasına ve mutlak gerekliliğe bağlayarak, Hakk'ın hoşlanmayacağı konularda dilini tutmalı ve lüzumsuz konuşmamalıdır. Ayrıca, sözlerinin kaydedildiği gibi, her hal, tavır ve hareketinin de kayda geçirildiğinin farkında olarak yaşamalıdır.
-Üstad Hazretleri Ondördüncü
Nota, Üçüncü Remiz'de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve latîfelerin farklılığından; bazılarının dünyayı yutsa doymayacağından, bazılarının ise bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Bazı latîfelerin, tüy kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen
küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem'a, bir işaret ve bir öpmekle batma!” diyor. Dünden bugüne Hak dostları bu hassasiyet ve şuurla yaşamışlardır. (03:30)
-Usûlde hata etmemek için her düşünce Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha ile
test edilmelidir. Hazreti Üstad der ki: “İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalalet başına düşer, hakikat zannederek kafasına giydiriyor.” (06:20)
-
Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadesiyle: “Kur'ân ayna ister,
vekil istemez: Kitaplar ve içtihadlar Kur'ân'a dürbün olmalı, ayna olmalı; gölge ve vekil olmamalı.” (07:31)
-Yapılan işler ve ortaya konan düşünceler Kur'ân makuliyetine ve mantıkîliğine bağlanmalıdır. Ş
ayet, insan bu makuliyeti ve mantıkîliği kendisi doğrudan doğruya Kur'an-ı Kerim'den alamayacaksa, bu konuda bütün cehdini ortaya koymuş selef-i sâlihînin içtihatlarını takip etmelidir. Hazreti Üstad, Cenab-ı Hakk'ın muradını anlama hususunda selef-i sâlihinin ne büyük gayretler sarfettiğini ve bu konuda günümüz insanının tali'sizliğini şöyle anlatıyor: “Selef-i
Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur'ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi. İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle yer ve gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir
ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat ihzarını telkin ediyordu. (…) Amma şu zamanda,
medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle,
felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'ân'ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin.” (10:20)
-Ebu Hanife Hazretleri'nin yüzlerce, belki bazen binlerce talebesiyle sabahtan akşama kadar belli mevzularda görüş alışverişinde bulunduğu bilinmektedir.
İmam Ebu Yusuf, İmam
Muhammed ve hatta İmam Züfer gibi talebelerinin ona
muhalif beyanlarda bulundukları; bir hakikatin vuzuha kavuşması için -Üstad
Necip Fazıl'ın ifadesiyle- öz beyinlerini burunlarından kustukları ve İmam-ı A'zam'ın onların mülahazalarını da dinleyip büyük bir hakperestlikle “İşin hakikati şudur” diyerek, kendi düşüncesine ters de olsa doğrunun yanında yer aldığı herkesin malumudur. Bu itibarla, günümüzün
dava erleri de, herhangi bir meselede, kendi hisleri ile hareket etmemeli ve şahsî yorumlarını esas kriterlerin yerine koymamalı; her hususta hakta
ittifaka talip olmalıdırlar. (12:03)
-Vaaz ve sohbetlerden önce şu ayet ve duaların okunması adet olmuştur.
“Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) “(Ya Rabbi) Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Senin bize gerçeği anlattığının dışında bizim anlama imkânımız yoktur. Şüphesiz Sen çok cömertsin ve çok ikram sahibisin.” “Ya Rabbî, genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını ta ki anlasınlar sözümü!” (Tâhâ, 20/25-28) Aslında bunların ya da benzerlerinin okunması doğruyu bulma adına Cenâb-ı Hakk'a sığınmanın değişik şekilleridir ve mü'min düşüncesinin tezahürleridir. (15:42)
Soru: 1) Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Hûd sûresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.” sözü nasıl anlaşılmalıdır? (19:25)
-Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) bir rivayette, “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı!”; diğer bir rivayette ise, “Hûd Sûresi ve benzerleri belimi büküp saçlarımı ağarttı” buyuruyor. Fakat aslında fevkalade duyarlılık sahibi o Şefkat Peygamberini ihtiyarlatan çok sûre ve ayet vardı. (19:44)
-
Peygamber Efendimiz, “Hûd suresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.” sözü ile
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd sûresi, 11/112) âyetine işâret buyuruyorlardı. Zâten O'nun duygu, düşünce ve davranışları da hep istikâmet edâlıydı; kendisi de huzuruna kurtuluş ve ebedî saadete eriş beklentileriyle sığınan bir sahâbiye:
“Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol.”diyerek, iki cümlelik “cevâmiü'l-kelim” ile, bütün itikâdî ve amelî esasları câmi' bulunan istikameti hatırlatıyordu. (19:55)
-Sözlük açısından “doğruluk” demek olan istikamet; ıstılah itibarıyla, itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır. Şu kadar var ki, istikâmetin de dereceleri vardır ve Allah Rasûlü “İstikâmet üzere ol!” emrini kendi kulluk ufkuna göre çok derin anlamış ve hayatını o çizgide sürdürmüştür. (21:12)
-İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslîmât), öyle derin bir kulluk sergiliyor ki, dahası olmaz. Bûsîrî, O'nun bu ubudiyetini ifade ederken diyor ki:
“Ben, ayakları şişinceye kadar geceleri
ibadetle ihya eden O Zât'ın
sünnetine, onu terk etmek suretiyle zulmettim.” (22:02)
-Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Âişe validemizin beyanına göre ayaklarının altı şişinceye kadar ibadette bulunuyordu. Bir gün, “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Neden bu kadar kendini ibadet yolunda zorluyorsun?” sorusuna, O, “Bu lütfu bana bahşeden Allah'a karşı çok şükreden bir kul olmayayım mı?” karşılığını vermişti. (22:33)
-Kimi aşa-ekmeğe, evlâd ü ıyâle ve barınacağı mekâna; kimi bunlarla beraber varlığa, sıhhate ve afiyete; kimi bir adım daha ileri atarak imana, irfana, rûhânî zevklere ve itminâna; kimi de hamd ve minnet şuuruna şükreder. Bu sonuncusuyla insan, acz, fakr ve yetersizliklerini birer
sermaye olarak kullanabilir de teşekkür devr-i dâimleri (salih daireleri) içine girerse, gerçek şâkirînden olur. Bir hadiste ifade buyurulduğu gibi, Dâvud aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk'a, “Yâ Rab! Senin şükrünü nasıl edâ edebilirim ki, Sana
şükür etmem dahi üzerimde şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!” deyince, Allah Teâlâ, “İşte şimdi tam şükrettin.” buyurur. (26:35)
Soru: 2) Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) şöyle buyuruyor: “Her sabah insanoğlunun uzuvları lisana karşı, ‘Bizim hakkımızda Allah'tan kork; zira sen müstakim olursan biz de müstakim oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğriliriz' derler.” Bu hadis zaviyesinden, her uzuv için bir istikâmetten bahsedilebilir mi? Dünyadaki istikâmetin neticeleri ve âhirete yansımaları ile ilgili mülahazalarınızı lütfeder misiniz?
-İstikâmetin bir buudu da Cenâb-ı Hakk'ın bize verdiği nimetleri, mevhibeleri ve varidâtı onun rızası istikametinde kullanmaktır. Allah Teâlâ bize el vermiş, ayak vermiş, göz,
kulak, dil, dudak vermiş -O'na binlerce hamd ve senâ olsun-. Bu azaların alıp değerlendireceği eşyâyı var etmiş. O eşyâyı değerlendirme vasıtası tatma, koklama, dokunma.. gibi hisler yaratmış, dahası bizi ihsas ve ihtisaslarla donatmış. Bu nimetlerin kıymetini ancak bunlardan mahrum insanlar bilebilir. Bunların hepsi ayrı ayrı birer mevhibedir ve hepsi ayrı ayrı şükür ister. Bu şükrü eda etmenin yolu da Cenâb-ı Hak'ın bize ihsan ettiği bütün nimetleri Rabbimizin rızasını tahsil etme istikametinde kullanmaktır. (28:10)
-Bütün aza ve cevârih ötede insanlar hakkında şahitlik edecek; burada dili konuşturan Allah, ötede her azayı dile getirecek ve kendisinin ne suretle kullanıldığına şahitlik ettirecek. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: “Derilerine: “Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?” deyince onlar şöyle
cevap verirler: Bizi konuşturan, her şeyi konuşturan Allah'tır. Zaten sizi ilkin yaratan ve sonunda da huzuruna götürüleceğiniz Rabbiniz de O'dur. Siz, kulaklarınızın, gözlerinizin, derilerinizin, aleyhinizde şahitlik edecekleri bir günün geleceğine inanmıyor ve ondan sakınmıyordunuz; ayrıca siz, yaptıklarınızın çoğunu, Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz. İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu kötü zandır ki sizi mahvetti de o yüzden hüsrana uğrayanlardan oldunuz.” (Fussilet, 41/21-23) (30:16)
-Göz, kulak, el, ayak ve sâir bütün uzuvlar Allah'ın birer emanetidir. Şayet bu emanetlere
ihanet edilir ve onlar burada yaratılış gayelerinin haricinde kullanılırsa, âhirete ait kabiliyet ve kapasiteleri öldürülmüş olur. Göz, öbür âlemde potansiyel olarak görebileceği şeyleri göremez, kulak duyabileceği şeyleri duyamaz. (32:25)
-Ahirette organların insanın lehinde ya da aleyhinde şahitlik edecekleri Yâsîn Sûresi'nin 65. ayetinde de -mealen- ifade edilmektedir: “İşte o gün ağızlarını mühürleriz, Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahidlik eder.” (35:16)
-İstikâmet çok derinliği olan bir makamdır. Öncelikle, insanlar, hem Allah Teâlâ'ya, hem nefislerine, hem de halka karşı
adalet ve istikamet içinde bulunmakla mükelleftirler. Cenâb-ı Hakk'a karşı adalet ve istikamet, O'nun vaz'ettiği kurallara uyarak, emir ve yasakları mevzuunda kılı kırk yararcasına titiz hareket ederek; nefsine karşı âdil ve müstakim olma, kendi şahsına ve
aile efradına, emanete riâyet hassasiyetiyle muamelede bulunup ifrat ve tefritlere düşmeden her şart altında hayatını îtidal içinde sürdürerek; halka karşı istikâmet ise, her hususta onların haklarını gözetip onlara her zaman hayırhah bir yol arkadaşı gibi davranarak gerçekleşebilir. Bununla beraber, bir de Hak yolundaki seyyaha sır kapılarının aralandığı makam vardır ki, orası ilâhî vâridâtın kerâmet ve ikram unvânıyla indiği kutup noktadır ve aynı zamanda ilâhî eltâfın
sağanak sağanak olduğu bir hârikalar iklimidir. (36:54)