NASIL RAZI OLDULAR?
Gönüllüler Hareketi’nin çok ön plana çıkmayan sacayaklarından birisi de,
yurt dışına evlatlarını gönül rızasıyla gönderen, anne-
babalardır. Öyle ya, bir anne veya baba, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, en ufak bir zarar görmemesi adına gözünü budaktan esirgemediği yavrusunu; bilmediği, görmediği tanımadığı uzak diyarlara nasıl gönderebilir? Hâlbuki; kendi elleriyle yetiştirdiği eserinin, yetişkinliği döneminde gözü önünde olmasını istemek, en fıtri arzusudur anne-babaların. Ona bakacak, baktıkça geçmişteki elemlerinin lezzete dönüşmesinin süruruyla mutlu olacaktır anne-babalar.
Bütün bu ve bunun gibi fıtri duygularından fedakârlıkta bulunarak, kilometrelerce uzaklara, belki de geri döneceğinden bile emin olmadan, yavrularını nasıl gönderebilmiştir anne-babalar? Onları, karar verebilmenin çok zor olduğu bu konuda, tatmin eden ne olmuştur da razı olabilmişlerdir?
Bütün bu ve bunun gibi soruların cevabı, maddi-dünyevi bir beklenti olamayacağına göre, “iman” olmalı, tek kelimeyle. Evet, ilk başta Yüce Yaratıcı’ya mutmain olmuş bir kalple iman, sonra dünyanın fani olup, asıl hayatın ahirette olduğuna dair yakin derecesinde bir
inanç, daha sonra da, evlatlarının gönül verdiği, adına “
hizmet” denen davanın,
Allah davası olduğuna dair sarsılmayan bir itikat. Bu ve bunun gibi, maddi hiçbir değerin karşılığını veremeyecek olduğu,
elmas mahiyetindeki saikler olmasaydı, hangi anne-baba gönderebilirdi evladını, uzak, adını bile daha önce hiç duymadığı diyarlara? Yavrusunu, Allah’a emanet edip, sarılıp, koklayıp uğurlarken, bu görüşmesinin dünya gözüyle evladını en son görebilmesi olduğunu hisseden anne-babalar vardı belki de. Ancak, bu hislerini, çok güçlü bir iradeyle dışlarına aksettirmiyor, ta kalplerinin derinliklerinden akıp gelen gözyaşlarını, içlerine akıtıyor ve evlatlarını boynu dik bir şekilde uğurluyorlardı.
İşte, Tanzanyalarda
vefat edip, Eyyub el Ensari (r.a.) gibi olmak isteyen ve bu isteğine nail olan
Erkan Çağılların, Arnavutların göz bebeği olan ve gözbebeği olduğu ülkede bir
trafik kazasında şehit olan Kadri Fidanoğlu’nun, Tuna boylarında, emaneti yere düşürmemek için verdiği destansı mücadele neticesinde şehadet şerbetini içen Ali öğretmenlerin, vücudundaki amansız hastalığa rağmen Türkiye’ye dönmeyi aklından bile geçirmeyen,
Eyüp (a.s.) sabırlı Bilal öğretmen ve kalemin kendilerini yazıp, sözün söylemekten aciz olduğu
dana nicelerinin… anne-babaları hissetmişler miydi acaba, dünya güzüyle yavrularını bir daha göremeyeceklerini? Hissetmemeleri düşünülebilir miydi? Evladının ayağına batan dikeni bile yüreğinde hisseden ebevenyler,
ölüm ayrılığının geçici acısını duymamış olabilir miydi?
İşte, onları farklı kılan da bu. Bir daha görebileceklerine dair bir garantilerinin olmamasına rağmen evlatlarını gönderebilmeleri. Varsın, nasıl olsa bir şekilde geçecek olan fani hayatta görmesinlerdi! Sonsuz bir hayat onları beklemiyor muydu? Önemli olan da, bu ebede giden yolculukta ezel ve ebedin sahibinin rızasını alabilmek değil miydi? Evlatları da onlara Allah’ın emanetiyse, O’nun razı olacağı bir yoldan, yavrularını alı koymak onlara yakışır mıydı?
İşte, iman, böylesine sırlı ve sihirli bir anahtar. Onun sayesinde eşyanın yüzü çok farklılaşıyor. Beşeri kıstaslar açısından hafsalaların almadığı meselelerde, iman hakikatı yardıma yetişiyor. Ve cevabını bir türlü bulamadığımız istifhamların cevabını, kalbi ve kafayı ikna ederek, veriveriyor.
Bu yüzden olsa gerek, Yüce Yaratan, Sure-i Asr’da iman edip
Salih amel işleyen, hakkı ve sabrı
tavsiye edenler dışında herkesin zararda olduğunu buyuruyor.
Taha ÜNAL
[email protected]