Eğer,
Allah nezdinde ondan daha kutsal bir vazife olsaydı Cenâb-ı Hak
peygamber efendilerimiz gibi en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi. Oysaki, Allah Teâlâ, peygamberlerini i'lâ-yı kelimetullah vazifesiyle görevlendirmiş ve sürgünlerin, hapishanelerin, hakaretlere maruz kalmaların, işkencelerin, idam sehpalarına götürülmelerin, hatta şehit edilmelerin çokça görüldüğü bu kutsal yola en güzîde kullarını -bir manada- feda etmiştir. Şayet, Cenâb-ı Hakk bir şeyi bu şekilde öne çıkarmışsa onu bizim arkaya çekmemiz mümkün değildir, bizim de o şeye aynı ölçüde değer vermemiz inanmış olmamızın gereğidir.
Ayrıca, i'lâ-yı kelimetullah, Rabb'imizin ve
Efendimizin nâm-ı celîlinin dört bir yanda şehbal açması ve insanların cehalet zulümatından kurtulup imanın aydınlığına ermeleri için, Allah'ın rızasını kazanmaya matuf olarak eda edilen bir vazifedir. Bu vazifenin semeresi rıza-yı ilahîdir. Yani, Cenâb-ı Hak
cenneti verir, cennet nimetlerini tattırır, hatta cuma yamaçlarında cemâl-i bâkemâli'yle tecelli eder, ehl-i cenneti rü'yete mazhar kılar. Aliyyu'l-Kârî'nin ifadesiyle "Yazık o inanmayanlara, ne büyük hüsrandır onlarınki, müminler Cenab-ı Hakk'ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken onlar pişmanlık ve hasretle vurunur dövünürler." Evet, Cenab-ı Hakk'ın cemalini görenler cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, cennetin bir saatine mukabil gelmez. Cennetin de binlerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk'ın cemalini bir dakika görmeye mukabil değildir. Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini görmek de, O'nun kullarına bizzat "Ben sizden hoşnudum, artık size gazap etmeyeceğim" demesine asla mukabil gelmez. Öyleyse, esas olan O'nun rızasını kazanmak, hoşnutluğuna mazhar olmaktır.
O'nun rızasına götüren en kestirme ve sağlam yol ise i'lâ-yı kelimetullah yoludur.
Diğer taraftan, Cîlî'nin ifadesiyle, hakiki insan-ı kâmil
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) ise -ki O'dur-, O'nun getirdiği din de hakiki, kâmil dindir. Zaten, Allah Teâlâ "İşte bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'ı seçtim." (Mâide, 5/3) diyor. Yani, "Bugüne kadar her Peygamber'e, her Safî'ye, her Velî'ye bazı nimetlerde bulundum; fakat size nimetimi tam verdim; dininizi kemale erdirdim. Din olarak da İslam'dan razı oldum." buyuruyor. Öyleyse, i'la-yı kelimetullah, Allah'ın hoşnut olduğu kâmil dini muhtaç gönüllere duyurmaktır ki, neticede yine O'nun rızası vardır.
İnanıyor muyuz; öyleyse...
Bir insan, Allah'ın rızasını dert edinmiş, hayatını ona bağlamışsa, onun dışında başka hiçbir şey düşünmüyorsa, ona "rıza insanı" veya "rıza eri" denebilir. Eğer sen, Allah'a imanla şahlanmış bir rıza eriysen artık yerinde duramazsın, sürekli O'nun hoşnutluğuna ulaştıracak yollar, vesileler ararsın. Eğer gerçekten inanmışsan, imanın va'd ettiği şeyler karşısında lâkayt kalamazsın. Çünkü iman ebedî saadet va'd ediyor, beşerin yaratılış gayesini ruhlara duyurduğu gibi kainatı dahi aydınlatıp sebeb-i hilkatini okutturarak insanı dünyada vahşetten, ötede de zulümat-ı ebediyeden kurtarıyor. Yirmi üçüncü Söz'de ifade edildiği gibi; ancak iman sayesinde her şeyin yüzü aydınlanıyor.
İman sayesinde, kâinat bir gündüz rengini alıyor, nur-u İlâhî ile doluyor. Geçmiş, büyük bir kabristan olmaktan kurtulup, mazinin her bir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti ifa eden insanların meşheri haline geliyor. Fırtına, zelzele ve tâun gibi hadiseler, birer vazifeli memur oluveriyor. Hatta,
ölüm bile, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabir, saadet-i ebediyenin kapısı olarak görülüyor. Evet, ahiretin aydınlanması da, ebede namzet olan insanın ebediyeti elde etmesi de imana vabestedir. Sen ebediyete ancak onunla mazhar olursun. Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâkemâlini görmeye ancak onunla ulaşabilirsin. İşte, sen bunlara inanıyorsan, ebedî azaptan kurtulup gönlünce yaşamanın cennette olacağına imanın varsa, kendi çevrene karşı nasıl lâkayt kalırsın! Annen, baban, dayın, teyzen, yakınların, akrabaların ve sevdiğin insanlar, bir yerde oturup beraber çay içtiğin kimseler.. nasıl lakayt kalırsın onların akıbetine...
Evet, peygamberlikteki derinlik de bu noktadadır. Abdülkuddüs Hazretleri diyor ki: "Hazreti
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Mirac'da gökler ötesi âlemlere gitti, Sidretü'l-Müntehâ'ya ulaştı, Cenâb-ı Allah'la konuştu. Fakat, cennetin câzibedar güzellikleri O'nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah'a
yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!." Onun bu sözlerini değerlendiren başka bir Hak dostu diyor ki; "İşte nebî ile velî arasındaki fark budur. Biri sürekli O'na doğru gidiyor; vuslat peşinde, üns billah peşinde, maiyyet peşinde.. Beriki oraya ulaşıyor, Allah'la maiyyetini devam ettiriyor, bir ayağını oraya pekçe koyuyor; fakat, Hazreti Mevlânâ ifadesiyle, diğer ayağını yetmiş iki millet içinde döndürüyor, tattıklarını onlara da tattırmak, duyduklarını onlara da duyurmak, onları da zirveye ulaştırmak istiyor." İşte peygamberâne tavır, peygamberâne azim budur; peygamber enginliği, peygamberâne vicdan genişliği herkesi kabulde, duyduklarını herkese duyurma gayretinde gizlidir.. Bu açıdan, Allah'a, ahirete inanan bir insan, i'lâ-yı kelimetullah vazifesinden müstağni kalamaz; gerçekten yürekten inanmışsa başkalarına da duyurmayı gönlünden, kafasından çıkaramaz.
1- İ'lâ-yı kelimetullah; Rabb'imizin ve Efendimiz'in isminin dört bir yana ulaşması ve insanların cehalet zulümatından kurtulup imanın aydınlığına ermeleri için eda edilen bir vazifedir.
2- İ'lâ-yı kelimetullah vazifesi, en kutsal vazifedir. Eğer, Allah nezdinde ondan daha kutsal bir vazife olsaydı Cenâb-ı Hak peygamber efendilerimiz gibi en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi.
3- Allah'a ve ahirete inanan bir insan, i'lâ-yı kelimetullah vazifesinden müstağni kalamaz; gerçekten yürekten inanmışsa başkalarına da duyurmayı gönlünden, kafasından çıkaramaz.