Cumhurbaşkanı Abdullah Gül üçüncü köprünün adının Yavuz Sultan Selim konulduğunu açıklayınca taraflar gardlarını alarak sahneye çıktılar. Aleviler ise tepkilerini “Eli kanlı bir katilin adı nasıl bu köprüye verilir?” diye dışa vurdular. Laik ve sol çevreler, “Başka isim mi yoktu? Alevileri kışkırtmanın, yaralamanın, aşağılamanın anlamı ne?” şeklinde özetlenebilecek tepkiler verdiler. Milliyetçi çevreler 1980 öncesi gençliğin yurt odalarında dolaplarının kapağını süsleyen, adeta idolleri olan, “Kahraman Türk, işte bu!” dedikleri ‘Yavuz’ hususunda sessizliğe büründüler. Hükümet çevreleri “Maksadımız Alevi vatandaşları rencide etmek değil. Yakında bir iki üniversiteye Hacı Bektaş-ı Veli, Pir Sultan Abdal adını vereceğiz. Yavuz da bizim, Pir Sultan da!” dediler.
Osmanlı tarihlerinden 16. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınmış olanlarında yapılan teftişler sonucu 40 bin kişinin tespit edilip bunların bütünüyle imha edildikleri veya bir bölümünün sürgüne gönderildiği bilgisi bulunur. Bunlar zamanla Anadolu’da yapılan teftişler sonucu “40 bin Alevinin Yavuz Sultan Selim tarafından katledildiği” şeklinde nerdeyse tartışılmaz bir kabule dönüşen bilgi haline gelerek bugün sosyal ve siyasî vesilelerle sık sık tekrarlanan bir “paradigma” olmuştur. Derin Tarih dergisinin alanında uzman kalemleri bu paradigmayı yıkıyor ve Yavuz’un Alevileri katletmediğini tarihî belge ve kayıtlarla ispatlıyor.
İşte Derin Tarih’in Yavuz ve Alevilik dosyasından çarpıcı kesitler:
Prof. Dr. Feridun Emecen: Alevi katliamı bir efsaneden ibarettir
Verilen rakamlar abartılıdır. Konuyu değerlendirirken tarihî serinkanlılıktan âzâde olarak bir tarafı göz ardı edip diğer tarafı öne çıkarmak ve bundan sosyal (belki de siyasî!) bir menfaat beklemek toplumlar arası husumeti körüklemekten başka bir işe yaramaz. Yavuz’a ‘Alevi katili’ sıfatını verenlerin en büyük dayanağı, İdris-i Bitlisî’nin verdiği abartılı rakamlardı. Devrin anlayışının gereği Yavuz’un kahramanlığını yüceltmek için verdiği rakamların yüzyıllar sonra büyük siyasi tartışmalara yol açacağını nereden bilebilirdi ki? Geç tarihli kaynaklarda bu bilgilerin abartılarak nakledilmesinde aslında Safevî ve Osmanlılar arasındaki siyasî-dinî çekişme yatmakta, Sünni inancı bütünüyle ortaya çıkaran 16. yüzyılın tarihçileri bir ölçüde karşı tarafa gözdağı verme, yandaşlarına da iftihar vesilesi veya dinî inanca ne kadar bağlı olunduğunu kuvvetle vurgulama amacıyla bu gibi bilgileri daha da abartarak kullanma eğilimi sergilemektedir. Sistemli bir ‘Kızılbaş temizliği’ yapıldı demek kanaatimizce büyük bir yanılgıdır.
Prof. Dr. Mehmet Çelik: Şah İsmail Türktür ama Türk tarihinde yeri yoktur
Evet, Şah İsmail Türktür. Yazdığı Türkçe şiirler de güzeldir. Ama Türk tarihinde yeri yoktur. O, Fars kültür tarihinin bir parçasıdır. Mezhep algısı Türklüğünün ve İslamın önündedir. Siyasî ve mezhebî ihtirasları ve taassubu Türk-İslam tarihine büyük zararlar vermiş, yüz binlerce masumun kanına girmiştir. Saldırgan Şah’tır. Yavuz ise savunmadadır. Şah’ın mezhepdaşları Antalya, Burdur, Kütahya, Amasya, Tokat, Çorum, Elbistan, Maraş, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan ve Erzurum’da oluk oluk kan akıtıp onbinlerce masum insanı katlederken Tebriz’e giren Yavuz tek bir Şiinin bile burnunu kanatmamıştır.
Anadolu’da 40 bin Kızılbaşın öldürüldüğüne dair ilk bilgi İdris-i Bitlisî’de geçiyor. Hoca Sadeddin Efendi ve İbn Kemal bu bilgiyi ondan aynen naklediyorlar. Öte yandan, sarayın içinde olup pek çok belgeyi görme ve dedikoduyu duyma imkânı bulunan Celalzâde Mustafa’nın Selimnâme adlı eserinde bu hadiseye hiç dikkat çekmiyor oluşu ilginçtir. Hatta şu kadarını söyleyelim; İdris-i Bitlisî’nin eserini kaynak olarak kullanmayan tarihçiler ve özellikle Selimnâme yazarları Kızılbaş katliamından hiç söz etmiyorlar.
Safevîlerin halifeler yoluyla neredeyse bütün Anadolu’yu gözetleme imkânı buldukları bir dönemde iddia edilen katliamdan hiçbir şekilde haberdar olmamaları hiç akla yatkın değil. Çünkü Safevî ordusunun hızla eridiği ve Anadolu’dan gelecek yetişkin erkeklere ihtiyaç duyulduğu bir ortamda müritlerine, yani Kızılbaş Türkmenlere yönelik böylesine geniş çaplı bir katliamın en azından saraya haber olarak ulaşması beklenirdi. Bu da savaşmakta isteksiz davranan Şah İsmail açısından hiç olmazsa Çaldıran Savaşı için kuvvetli bir neden oluştururdu. Ama garip bir şekilde “İran-zeminde” 40 bin kişinin katliyle ilgili hiçbir habere rastlanmıyor. İran kaynaklarındaki bu suskunluk hakikaten şaşırtıcıdır.
O devrin Anadolu’suna bir göz atalım ve iddia edilen rakamın gerçekçi olup olmadığını somut veriler ışığında inceleyelim.
40 bin yetişkin erkek o devirde büyük bir ordu demekti. Metindeki gibi “yediden yetmişe” şeklinde düşünürsek bu da en az (bir haneyi 4-5 kişi olarak hesaplarsak) 8-10 bin hanelik bir nüfus yapar. Peki bu, o devir için hangi anlama gelmektedir?
Şimdi elimizdeki nüfus verilerini göz önünde bulundurarak bazı karşılaştırmalar yapalım:
1540’ta sayımı yapılan Bozulus Türkmenleri yaklaşık 8 bin haneydiler ve 3 milyondan fazla koyuna sahiptiler. Öte yandan 1512’de bütün Aydın vilayeti sadece 24 bin nüfusa sahipti. 1522’deyse Aksaray kazasında toplam 7,826 hane yaşıyordu. Bunlardan sadece 893 hanesi şehir merkezinde bulunuyordu.
Devam edelim: 1518 yılında Mardin’deki hane sayısı 8,462 idi. 1516’da Erzincan’da 701, Kemah’da 299 hane yaşarken, 1512’de büyük bir yerleşim sayılan Kütahya’da 1,192 hane vardı. 10 yıl sonra Anadolu’nun kalabalık şehirlerinden Kayseri merkezinde 2,364 hane yaşadığını biliyoruz.
Bunlara ilaveten, 16. yüzyılda ortalama köy nüfusunun 5 ilâ 60 hane arasında değiştiğini ama genel olarak 30-40 haneli köylerin büyük köy statüsünde sayılabileceğini göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Şu halde 40 bin kişilik veya başka bir deyişle 8-10 bin hanelik bir nüfusun öldürülerek ortadan kaldırılması ne anlama geliyor?
Duruma göre birkaç şehrin veya binden fazla köyün ortadan kalkması, yerle bir olması, haritadan silinmesi, koyunu, kuzusu, malı, menalı, her neye sahiplerse oraya buraya savrulması, talan edilmesi demektir bu.
Peki binlerce insanın gafil avlanması, kuşatılması, yediden yetmişe kılıçtan geçirilmesi, cenazelerin defnedilmesi, taşınır ve taşınmaz mallarının yağma edilmesi ve bunlardan kimsenin haberdar olmaması mümkün müdür?
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci: Yavuz’un mücadelesi İslam hukukuna uygundu
Devrin en büyük fıkıh ve hadis âlimlerinden Kazasker Sarı Güzel Hamza Efendi’nin fetvası Kızılbaşlar hakkında hem ilmî, hem de siyasî anlayışı göstermesi bakımından ehemmiyetlidir. Fetvada Şah İsmail’in reisi olduğu Kızılbaş tâifesinin haramı helâl saymaları, şeriatı, Kur’an-ı Kerim’i ve ulemayı hafife almaları, Mushaf ve din kitaplarıyla mescitleri yakmaları, reislerine secde etmeleri, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e sövüp halifeliklerini inkâr etmeleri, ayrıca Hz. Ayşe’ye dil uzatmaları gibi sebeplerle küfre düştüklerine hükmedilmiştir.
Şah İsmail ve avânesine tatbik edilen muamele nazarî bakımdan devrin hukukuna uygundur. Tarihlerde anlatıldığına göre 1512-1516 arasındaki savaş esnasında İran’a yataklık yapanlar resmî vazifelilerce tespit edilmiş, bunlardan pişmanlık göstermeyenler infaz olunmuştur.
İlerleyen zamanlarda da İran’ın düşmanca ve Şark sınırını tehdit eden tavırları devam ettiği için Yavuz zamanında verilen fetvaların benzerleri daha sonra Kanuni Sultan Süleyman ve IV. Murad’ın İran seferleri için de verilmişti. Her iki padişahın şeyhülislamları Ebussuud Efendi ve Esad Efendi’nin fetvaları da muhteva ve şekil olarak aynıdır.
Prof. Dr. Abdülkadir Özcan: Yavuz Osmanlı Alevilerine karşı tavır almamıştır
Son zamanlarda Yavuz Sultan Selim adının üçüncü Boğaz köprüsüne verilmesi meselesinin polemik konusu yapılması çok hüzün verici. Zira bazı Alevi kardeşlerimiz onu kulaktan dolma bilgilerle tanıyor.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, Yavuz kesinlikle Osmanlı Alevilerine karşı tavır almamıştır. Onun hedefi Şiiliği devlet politikası haline getiren ve Anadolu’da büyük bir fitne çıkaran İran Safevî Devleti’nin hükümdarı Şah İsmail ile onun Anadolu’daki propagandacılarıdır.
İslam dünyasının geleceği bakımından doğudaki Şah İsmail fitnesini bertaraf etmeyi hayatı boyunca gaye edinen, İslamiyetin kutsal beldelerini Portekiz tehlikesinden kurtaran ve İslam birliğini kurma yolunda çok önemli adımlar atan, genişlettiği tersane ve yaptırdığı büyük gemilerle Osmanlı donanmasını güçlendiren deniz sevdalısı bu padişahın adının bir köprüye verilmesi onu yüceltmez.
Zira gemiler yaptırırken kendisine bu hazırlıkların Rodos’a mı yönelik olduğunu soranlara bu büyük hükümdarın, “Bu hazırlıklar küçücük bir ada için mi sanıyorsunuz?” diye karşı sualle cevap vermesi meşhurdur. Böyle bir hükümdar adına sadece köprü değil, ilmin ve âlimlerin hamisi olması dolayısıyla bir üniversite de açılsa azdır.