Bunun son örneği,
türban tartışmasının yeniden alevlenmesiyle bazı köşelerden başını uzatan Sultan II.
Abdülhamid’in ‘çarşaf
yasaklama emri’nin dile düşmesi oldu. Kimler yazdı? Bakalım.
1)
Murat Bardakçı, haberturk.com’da çıkan yazısında (8
Şubat 2008) dindarlığıyla meşhur Abdülhamid’in
terör korkusundan
İstanbul kadınlarının çarşaf giymelerini yasakladığını, dahası çarşafın
İslamî kurallara uymadığını söylediğini ileri sürmüş ve şöyle devam etmiş: “Sultan Abdülhamid, 1892’nin 2
Nisan günü, öğle namazından sonra Teşvikiye’deki Silâhhane binasını ziyaret etmiş ve
Yıldız Sarayı’na dönerken yolda bir grup çarşaflı ve peçeli kadınla karşılaşmıştı.
Kadınların yüzlerinin tamamen örtülü olması hükümdarın dillere destan vesvesesini artırmış, ‘Ya canıma kasdetmek niyetinde olan erkekler de böyle çarşafa bürünerek bana saldırmaya kalkarlarsa halim nice olur?’ diye düşünmüş ve hemen o gün, kadınların çarşaf giymelerini yasak etmişti.” Popülerleştireyim derken cılkını çıkarmak diye buna denir. Kadınların yüzleri kapalı olunca
padişah korkmuş ve çarşafı yasaklatmış! İyi de çarşaf yasaklanınca ne giymiş İstanbullu kadınlar? Tayyör olmasın sakın?
2)
Avni Özgürel,
Radikal’de (10 Şubat) Abdülhamid’e Teşvikiye Camii’nde cuma namazı bile kıldırıyor ki asla söz konusu değil (
Allah’tan Bardakçı gibi “öğle namazı”nı kıldırmıyor). Özgürel olayı şu kılıkta sunmuş: “Saraya dönüş yolunda çirkin biçimde belleri bağlı
siyah çarşaflara bürünmüş, yüzlerini peçeyle örtmüş kadınlar gören padişahın mabeyn görevlisine, ‘Bunların hali nedir? Yaşlı Hıristiyan kadınlara benzemişler... Sanki böcek sürüsü’ dediği söylenir... 1892 yazında yayımlanan ferman…’ Burada keselim. “
Böcek sürüsü” ha, pes vallahi! Üstelik
mevsim yaz değil, bahardı, Nisan’ın 1’iydi (Bardakçı’nın zannettiği gibi 2’si de değildi). Hele yazının son cümlesini, eminim Bardakçı bile yazmaya kadir olamazdı. Herhangi bir kaynak belirtilmeden “çarşaf yasaklanınca, polislerin ellerine
makas Kalpakçılarbaşı, Şehzadebaşı, Köprü gibi İstanbul’un kritik noktalarında bekleyip çarşaflı gezen kadınların eteklerini kestikleri biliniyor” sözlerini okuduğumda “el-insaf!” dedim içimden, ‘tarihimiz kimlere emanet?’
3)
Osman Özsoy ise 2
7 Şubat günü haber7.com sitesinde aynı
belgeye atıfta bulunarak bunun Şeyhülislamlığın bir fetvası olduğunu söylüyor ki, birazdan göreceğiniz gibi hiçbir alakası yoktur.
Başbakanlık
Osmanlı Arşivi, Yıldız Sarayı, Başkitabet Dairesi, No: 5894
Şimdi geldik meselenin bam teline. Sizi bir miktar zorlayacağım ama belgenin, yorumcuların ellerinde nasıl kılıktan kılığa girdiğini görebilmeniz için dişinizi sıkın, derim. Üstelik sizin için metni biraz sadeleştirdim. Belge ilk defa burada
özet değil, tam metin olarak yayınlanıyor. Başkâtip
Süreyya Bey’in
sultanın ağzından kaleme aldığı belge konuşuyor:
“Padişah hazretlerinin, bugün yüce cuma selamlığı törenini müteakip Teşvikiye’de bulunan devlet silahhanesini yüksek teşrifleri gerçekleştikten sonra saraya dönerken geçtiği yol üzerinde acayip bir tarzda bellerinden bağlı siyah çarşaflara bürünmüş ve yüzlerini dahi siyah renkte ve gayet ince peçelerle örtmüş bazı kadınlar gözüne ilişmiş, bunların neredeyse çıplak denilecek derecede açık saçık bulunmalarına ve adeta matem elbisesi giyinmiş Hıristiyan kadınlarına benzemiş olmalarına bakarak birdenbire
Müslüman olup olmadıklarında tereddüde düşmüştür. Delil ve açıklama gerektirmez bir husustur ki, Yüce İslam Devleti’nin (Allah onu kıyamete kadar yaşatsın) kıvam ve bekasının ve şevket ve yükselişinin artışı, devlet kurumunun fertlerini oluşturan bütün erkek ve kadın Müslümanların hal, durum ve hareketlerinde Şeriatın faydalı ve kurtarıcı hükümlerine eksiksiz bir ihtimamla uymalarına bağlıdır. Aksi hal, Allah korusun, gerek ümmetin fertleri, gereks
e devletin esası için maddî ve manevî açıdan sonsuz zararlar verecektir. Bu yüzden Müslüman kadınların Allah’ın emirleri arasında bulunan tesettür ve hicaba girmenin güzel adabına dikkat ve özen göstermeleri gerektiğine dair beyan ve
delil getirmek gereksizdir. İşbu çarşaflar ise Müslüman kadınlarca tesettür emrine asla uygun ve müsait olmadığı gibi, [kötü] bir maksatla şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından dahi bir yerde fesat ve mel’anet [aleti] olarak kullanılmaktadır. Hatta geçenlerde bir erkek bu şekilde çarşafa bürünerek kadın kıyafetinde silahlı olarak bir eve girmiş ve evdeki kadının üzerine hücum edip çaldığı eşyayı pencereden arkadaşına atarak savuşmuştur. Dinî açıdan ve toplumun iyiliği için açık olan çok sayıdaki zarar ve sakıncaya dayanarak bu konuda gereken kişilere yumuşakça ve münasip bir üslupla anlatılmak ve gerekli nasihatler verilmek suretiyle kadınlarca çarşaf giyilmesinin yasaklanması [veya engellenmesi] için sebeplerin temini padişahın emir ve fermanı gereğidir. O konuda emir ve ferman, emir sahibinindir.”
Metnin nefaseti ve üslubunun yumuşaklığı bir yana, bir çelişki gözleri yakmakta değil midir? Abdülhamid, hem çarşafın yasaklanmasını emrediyor (güya), hem de onun Müslüman kadınların tesettürüne uygun olmadığını söylüyor, yani çarşafı açık saçık ve neredeyse ‘çıplak’ buluyor! Hem Şeriata uymanın önem ve gereğinden bahseden, hem de çarşafın dinî açıdan sakıncalı olduğunu söyleyen bir metin sizce gerçekte ne demek istemiş olabilir?
İşte popüler tarihçinin anlamak istemediği, daha doğrusu anlamaya güç yetiremediği için özellikle düzleştirip çarpıttığı yalın gerçek, bu sorunun ucundadır ve ancak tarihin katmanları arasında çıkılacak zahmetli bir yolculukta açacaktır peçesini.
Haftaya çarşafın tarihini yazın, diyenler
parmak kaldırsın!
MUSTAFA ARMAĞAN / ZAMAN - PAZAR