Yargıtay'ı kuran bildiriyi görse ne der !

Nereden nereye... Temelleri sağlam bir şekilde atılan kurumun geldiği noktaya bakınca hüzünleniyor insan...

Yargıtay'ı kuran bildiriyi görse ne der !

Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun 21 Mayıs bildirisi Türkiye’de yüksek yargı organlarının meşruiyeti ve işlevi konusunda yeni bir tartışma başlattı. Tövbekâr darbecilerimizden Hasan Cemal gibi yargıya ‘kırmızı kart’ gösterenler çıktığına göre bu defa postu kolay deldirmeyeceğimiz söylenebilir. Öncelikle belirtelim ki, Yargıtay adı, Atatürk zamanında yoktu. 1945’te uydurulmuştu. Kuruluş yılı olan 1868’den bu tarihe kadar bu kurum çeşitli aşamalardan geçmişti ve isim değiştirmeden önce Temyiz Mahkemesi diye anılıyordu. Yargıtay’ın kurucusu son devrin büyük İslam hukukçusu Ahmed Cevdet Paşa’dır. 1868 yılında ikizi olan Şûra-yı Devlet (Danıştay) ile birlikte kurulan Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin, yani Yargıtay’ın en önemli icraatından birisi neydi biliyor musunuz? Bugün bazı bölümleri hâlâ kimi Arap ülkeleri ile İsrail’de uygulanmakta olan ve İsviçre Medeni Hukuku’nu alacağız diye kaldırıp attığımız “Mecelle”nin yazımı. Dünya hukuk tarihine geçen bu eserin yazarı da Cevdet Paşa’dır. Kendisi aynı zamanda ilk Yargıtay Başkanımızdır! Tezâkir adlı kitabında Yargıtay’ı nasıl kurduğunu şöyle anlatıyor Paşamız: “Başına Midhat Paşa’nın geçirildiği Danıştay, gösterişli bir şekilde kuruldu. Bense gösterişe bakmadan temelinin sağlam olmasına özel bir dikkat gösterdim. Dairelerini zamanla edinilen tecrübeler ışığında gelişmeye açık tutarak oluşturdum. Kalemlerini güzelce düzenledim. Böylece Yargıtay, birdenbire değil, adım adım oluştuğu için Danıştay’ın başına sonradan gelen altüst oluşlardan etkilenmemiştir.” Sevgili Cevdet Paşa herhalde Yargıtay başkanlarının garip ve çelişkilerle dolu bildiri metnini okusa bunlara yargıç diplomasını verenleri huzuruna çağırıp bir güzel paylardı. Üç sene kadar kaldığı Yargıtay Başkanlığı’ndan Sadrazam Âli Paşa ile aralarının bozulması üzerine ayrılan Cevdet Paşa, bulunduğu konumun nezaketini hiçbir zaman unutmamış ve makamını siyasetten olabildiğince uzak tutmaya çalışmış, yapılan baskılar karşısında adamlarını toplayıp sokaklara dökülmemişti. Şunu da söyleyeyim ki, Osmanlı’nın Yargıtayı, bugünküne göre çok daha dokunulmazlık zırhına sahip olduğu halde görevini siyasileştirmekten kaçınmıştır. Zira 1870 yılında çıkarılan içtüzüğüne göre Divan-ı Ahkâm-ı Adliye üyeleri 1) istifa etmedikçe, 2) daha yüksek bir memuriyete tayin edilmedikçe, 3) aleyhlerinde bir kesinleşmiş mahkeme kararı bulunmadıkça görevden azledilemezlerdi. Kuruma 1887’de bir dilekçe dairesi eklenmiş, böylece başvuru hakkı sağlanmıştır. Burada belirtelim ki, Sultan Abdülhamid adalet bürokrasisine siyasetin karışmaması için özen göstermişti. Hatta idam cezalarını, yetkisini kullanıp affettiği için Adalet Bakanı Abdurrahman Paşa’yla arası açılmış, Paşa bunu Sultan’ın adaletlerine güvenmediği şeklinde yorumlamış ve istifa etmek istemişti. Ancak Abdülhamid kendisinin gönlünü almış ve bir insanı öldürmenin sorumluluğunu vicdanen kaldıramadığını, yoksa hakimlerin adaletinden en ufak bir şüphesi olmadığını belirtmek ihtiyacını duymuştu. Düşünün ki, Abdülhamid, Abdurrahman Paşa’nın mezarını atası Fatih’in türbesinin kapısı önüne yaptırarak hem adalete, hem de paşaya duyduğu saygıyı göstermek istemişti. Yargıtay’ın Cumhuriyet dönemine rastlayan bölümünde çok önemli iki olayı zikretmemiz lazım. Birincisi, 1925’te Eskişehir’de bulunan kurumun başında Ömer Lütfi (Salman) Bey bulunmaktadır. Henüz açıklanmayan bir sebeple Ömer Lütfi Bey, Adalet Bakanlığı tarafından azledilmiş, yani görevinden alınmıştır. Bu da Cumhuriyet döneminde siyasetin yargıya müdahalesinin açık bir örneğidir. Yargıtay Başkanlığı’ndan alınan ama Yargıtay Hukuk Dairesi Başkanlığı uhdesinde kalan Ömer Lütfi Bey, kurumun onuruna müdahale saydığı bu girişimi içine sindiremediği için mesleğinden istifa edecek ve köşesine çekilecektir. Ne de olsa, Abdurrahman Paşa’nın yargının bağımsızlığı ilkesinin ışığında yetişmiş bir Osmanlı’dır. Son olarak, 1966’da Yargıtay Başkanlığı’na seçilen ve 1968 adli yılı açılış konuşmasında “Tanrı’yı da insan yaratmıştır.” sözünün sahibi İmran Öktem’i hatırlatmak istiyorum. Bu söz ve aynı konuşmada Nurculuk aleyhinde sarf ettiği ağır ifadeler sebebiyle halktan büyük tepki toplayan Öktem, bir yıl bile geçmeden, 1 Mayıs 1969’da ölür. Ancak bir sorun vardır: İmamlar, “Tanrı’yı insanlar yarattı.” sözünden dolayı cenaze namazını kıldırmak istememektedirler. Ankara’daki Maltepe Camii’nin avlusu, 3 Mayıs’ta belki de Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı tabut başı atışmalarına sahne olmuştur. Bir taraftan “Allahsızların namazı kılınmaz”, öbür taraftan “Atatürk geliyor” haykırışları arasında çıkan itiş kakışta İsmet İnönü ezilme tehlikesi geçiriyor ve bir tuğgeneralin tabancasını çekip insanları korkutmasıyla tehlikeyi atlatıyor. Hatta cenazenin taşınması sırasında süren arbede yüzünden tabut neredeyse yere düşecek gibi oluyor. İnönü, “Olay, her manasıyla bir 31 Mart vak’asıdır.” diyerek kamuoyunu tahrik etmeyi başarıyor. Eh buna bir de geçtiğimiz şubat ayında Prof. Erdal Yavuz’un akıl almaz ifşalarını eklediğimizde tablo tamamlanır. İmran Öktem’in cenazesindeki ‘irtica kalkışması’na tepki olarak bütün Yargıtay üye ve mensuplarının toplanıp 7 Mayıs’ta Anıtkabir’e yürümeleri sırasında bazı subayların kendisine, “Bu yürüyüşte ateş açılacak, ölenler olacak ve bunun üzerine biz duruma el koyacağız.” dediğini aktaran Yavuz, Yargıtay ve provokasyon bağlantısının tarihine ışık tutmuştu. Nereden nereye değil mi? Cevdet Paşa’nın temellerini sağlam bir şekilde attığını söylediği kurumun geldiği noktaya bakınca hüzünleniyor insan. İlerliyor muyuz yoksa? MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN PAZAR
<< Önceki Haber Yargıtay'ı kuran bildiriyi görse ne der ! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER