İsmailağa yapısına dönersek, işlenen üç cinayeti nereye oturtuyorsunuz?
Üç cinayetin de detaylarını şüphesiz
emniyet kuvvetleri biliyordur. Bana o cemaatin içerisinden seçilen bu iki
hedef çok ilginç geliyor. Cemaatin içerisinde “oh iyi oldu” denebilecek, insanların nefretini kazanmış insanlar da belki vardır. Ama bu seçilen iki kişi öyle değil. Bu vesileyle her ikisine de
Allah rahmet etsin diyorum. Son öldürülen
Bayram Ali
Öztürk cemaate sonradan katılmış bir alim. Çok değerli, değişik yönleri olan bir kişiydi. Bir kitap hastasıydı. Tedavilik düzeyde kitap toplayıcısı idi. Onun ölümüne, zannediyorum kitapçılar da çok üzülmüştür. Resmen hanımının bileziklerini satacak düzeyde kitap hastasıydı. Ben, seçilen hedefler açısından bakıldığında bir
komplo kokluyorum havada. İşin içerisinde
ülke huzurunu bozmaya yönelik bazı eller olduğu kanaatindeyim. Bakınız birçok ülkede meczup yetiştirme merkezleri vardır. Buralardan bazı insanlar, belli zamanlarda kasten çıkarılırlar.
İşin hep meczupların üzerine atılması da bana sorumluluktan kaçma gibi geliyor. Cemaatler, tarikatlar adları ne olursa olsun, onların hiç mi kabahati yok?
Genellikle nefs terbiyesini esas aldığı iddiasında olan yapılarda en fazla
ağız dalaşı yapılabilir diye düşünüyorum. Böylesi ihtilafların hemencecik cinayet düzeyine çıkması biraz
modern fiksiyon romancılarının Gülün Adı romanından kalkarak gotik, karanlık labirentler çizme fantezisinden başka bir şey olmadığı kanaatindeyim. Bu insanların ihtilaflarını birbirlerini öldürme noktasına kadar götüreceklerine ihtimal vermiyorum.
Peki ya linci yapanlar?
Linci yapanlar ile Bayram Ali Hoca’yı öldürenler aynı kişiler diye bir yorum okudum bir
gazetede. Bana da öyle geliyor. Delili ortadan kaldırmışlardır. Bu birinci teori. İkincisi, birinciye nazaran daha zayıf olmakla beraber çok da
ihmal edilecek bir teori değil. O da hastanın kendini iyileştiren doktoru öldürmesi hadisesi. Genellikle
psikolog ve psikiyatristlerin başına gelen bir olaydır. Bazı tarikat yapılanmalarına ülkemizin dışlanmış ve alt kültür gruplarından
gençlerin değişik rehabilitasyonlar için katıldığını, geçmiş hayatlarında uyuşturucu madde müptelası iken, o yapılar içerisinde kısmen rehabilite olduklarını da duymaktayız. Bunlardan bazıları tam
ıslah olmamışsa böyle şeylerle intikam alabiliyorlar. Ayrıca ilm-i havas sahasına girecek bazı mahlukat musallatı da söz konusu bunlar üzerinde. Bazı obsesyon vakaları olabilir.
Cinayetler gerçekten meczup işiyse o meczubu kullananlar amaçlarına ulaştılar mı?
Tabii, bu siyasi konjonktürle de irtibatlandırılıyor. İşte
Danıştay hadisesi, ardından
cumhurbaşkanlığı seçimi, ülkenin genel seçime gidişi vs... Çok hassas bir jeopolitik yapısı olan bir ülkenin
yerli ve
yabancı birçok düşmanının bu konularda kapalı kapılar ardında bazı fikirler ürettiğini ve bazı projeleri planladıklarını hissetmek mümkündür. Bugün ilim dünyası bile entrikalar içerisinde. Eskiden bir şeyi rahat bir şekilde bir ağacın altına oturur konuşurdunuz. Şimdi bir şeyi konuşurken acaba bunun politik,
ekonomik karşılığı nedir diyerek her şeyin bir yerlere çekildiği bir dönemdeyiz. “Allah” diyen adamın bile acaba altında ne var diye şüphelenmemiz gerekiyor. Bu sebepten artık arifler ağızlarına taş aldılar. Konuşmamayı
tercih ediyorlar.
Bu güvensizlik aynı zamanda sığınılacak liman arama isteğini de kışkırtıyor. Bu kadar güvensizleştirilen insan, amaçlananın tersine, o gruplara gidiyor. Bu da karşı tarafın güvensizliğini büyütüyor. Kısırdöngüden çıkış var mı?
O sinerjiyi yakalamak çok önemli. Bir kere modası geçmiş, gayri insani, yani insanı “spiritüel ihtiyaçları olan bir varlık” olarak görmek istemeyen aşırı materyalist yaklaşımlardan arınmak gerekiyor. Salt “tarikat” kelimesi etrafında oluşturulan tabularla dikkati bir taraf üzerine çekmek suretiyle başka türden bazı tarikatların bu ülkeyi tepeden tırnağa ele geçirmesinin de gizli planları yapılıyor olmasın sakın. Tarikatçılık fonksiyonel olarak illa tarikat demeden de yapılabilir. Bir
felsefe dersi içerisinde bile tarikat faaliyeti yapılabilir. Bu açıdan baktığımız zaman bugün ülkemizde tarikatvari çalışan yüzlerce yapının olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan sadece
İslami olanlarına medyanın dikkati çekilmektedir. Ama Gülhaç tarikatından tutunuz da Uzak
doğu akımlarına, oradan Kabalacılığa dayanan yüzlerce tarikat faaliyet göstermektedir. Yanlış anlaşılmasın; bunlar da
yasaklansın demiyorum. Ben şahsen düşüncelerin özgürce ifadesinden yanayım. Ama herkes eşit şartlarda malını pazarda satabilmelidir. Yoksa haksız
rekabet ortamı doğar.
Kişisel gelişim adı altında verilen kurslar var, dünya paralar karşılığında. New age tarikatlar başlığı altında, Uzakdoğu’dan gelen gurular var...
Efendim “guru” dediğiniz zaman mevzuatta o isim geçmediği için serbesttir. Ama guru fonksiyonel olarak şeyhtir. Şeyhim demek yasak; ama ben “spiritüel koçum” dediğiniz anda aynı faaliyeti sürdürürsünüz. Size mantralar verilir. Değişik seanslar yapılır. Bakınız adı zikir değil, esma değildir; ama fonksiyonel açıdan ortada bir tarikat faaliyeti vardır.
Diyanet İşleri’nin İslam yorumu hakkında ne dersiniz?
Diyanet’inki pozitivist İslam yorumudur.
İlahiyat fakültelerindeki pozitivizm fen fakültelerinde yoktur. Bu da insanların manevi ihtiyaçlarını gidermekten uzaktır. Camilerimiz adeta
soğuk, resmi devlet daireleri gibi olmaktadır. Minaresi bir
futbol takımının rengine boyanmış bir caminin kutsallığı kalmaz. Orada başka bir şey vardır. Bundan dolayı bir manastır ile, bir meditasyon merkezi ile mukayese edildiği zaman camide o manevi havayı teneffüs edemeyen insanlar, camiden soğuyarak bu tür bazı spiritüel akımlara gitmektedirler. Bunu düşünsünler.
Geçenlerde bir gazete haberi vardı. İlkokul öğrencileri yoga ile streslerini atıyorlar diye, dehşet içinde kaldım.
Evet. Ve bu kanunen yasak değil. Aslında yoga, Hindu dininin bir tarikat pratiğidir. Olay bilimsel olarak budur. Ve Rene Guenon’a göre Hindu ırkından olana ancak manevi
açılımı olabilecek bir şeydir. Her isim kendi enerjisini taşır. İslam dini son vahiy olması sebebiyle içinde son Tanrısal formülasyonları barındırır. Bugün “om mani podme hum” deseniz, ki ‘Tanrı’ya hamd olsun’ demektir. Bu sözü bu şekilde söylemek ilericilik, son formülasyonuyla yani “elhamdülillah” demek gericilik olur. Oysa “Allah” kelimesinin taşımış olduğu spiritüel enerji “om” kelimesinin taşıdığı enerjiden çok çok fazladır. Onun için İslam tasavvufunda seyr-i sülûk çok
seri, çok kısa ve çok enerji yüklüdür. İslam’ın en güçlü yönü ideolojisi değildir. Politik İslam, geçici bir ideolojidir. İslam’ın en güçlü yönü maneviyatıdır.
Tarikatlardaki çözülme Cumhuriyet dönemi yasaklarından önce mi başlıyor?
Aslında 1925 yılı yani tekkelerin kapatılma hadisesi soğukkanlı bir şekilde hâlâ incelenmiş değil. Bu bir total, felsefi bir ret miydi? Bakınız tasavvuf yasaklanmıyor. Tekke ve Zaviye Kanunu ile beraber yasaklanan belirli işler var. Yani negatif bazı özellikler yasaklanıyor. Tekke ve Zaviye Kanunu’nun çıkması aslında tasavvuf ehline
yardım etmiştir gibi bir görüş de var. Bazı Melamiler böyle düşünür.
Meclis’te kapanmaları yönünde oy kullanan şeyhler vardır, Şeyh Saffet gibi. Neden, çünkü bir pıhtılaşma, tasavvufun ruhuna aykırı müesseseleşmeler oluşmaya başlamıştı. Bunun en tipik özelliği, özellikle Rumeli ve Doğu
Anadolu tarikatlarını harap eden “evladiyelik” usulü. Yani beşik şeyhi dediğimiz olay. Sizin babanız şeyhse otomatik olarak onun yerine geçiyorsunuz. Bu, tasavvufun ruhuna aykırı bir şeydir.
Osmanlı’nın son devir büyük ariflerinden Kuşadalı İbrahim Halveti,
Bediüzzaman’dan çok önce, biz dergahları kapattık, artık zaman dergah zamanı değildir demiştir. Çünkü dergahlarda sorunlar var. Zaman şimdi maneviyat zamanıdır dediler. Yani erkanlarını başka yerlerde ve başka şekillerde sürdürdüler. Ben
Mustafa Kemal’in dergahları kapattığı esnada beyninin arka planında yatan zihniyetinin tasavvuf felsefesini külliyyen reddetmek olduğu kanaatinde değilim. Bakıyorsunuz,
Sivas’ta falanca şeyh ile oturabilmekte. Kendi yakın arkadaşlarından tarikat mensubu insanlar olabilmekte onlara bir şey demiyor. Yakın arkadaşı Mustafa
İzzet Paşa, tarikat
hizmetini ölünceye kadar sürdürdü. Cumhuriyet kadrolarında tarikat mensubu insanlar da yer alabilmiştir. Bu bağlantılarından dolayı dışlanmamışlardır.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli
Yücel, bir Mevlevi dervişidir. Ve saklamaz bunu
Konya’daki Mevlevi asitanesi bazı ayrı muamelelere uğrayabilmekte. Demek ki ortada mutlak bir redden ziyade bir
düzenleme yapma ihtiyacı var. Dini hukuktaki kurallar burada da geçerli. Yani bu hüküm mutlak mıdır, mukayyed midir? Ben ilki olarak yorumlamayı tercih edenlerdenim.
Mevleviliğin de biraz daha folklorik bir renge indirgenerek bu açığı kapatmak üzere devlet tarafından desteklendiğini düşünürüm.
Değişik dönemlerde değişik tarikatlar gözetilmiştir politikada.
Abdülhamid gözetmiştir,
Kurtuluş Savaşı’nda kullanılmıştır, bu hep olmuştur ve olmaktadır. Aynı problemlerle ülkemizin
Alevi maneviyat ocakları da karşılaşmaktadır. Ki
Alevilik, bir dedeye bağlı olmak, bir tür bir tarikat faaliyetidir. Semah töreni bir zikir ayinidir.
Mevleviyim demek tepki çekmez. Ama Nakşiyim, Cerrahiyim vs. demek soru işaretleri doğurur.
Sebebi yine aynı şey. Bu konu bilimsel olarak bir zemine oturtulmadığı için her zaman manipülasyonlara açıktır. Bazen bir tarafa bazen diğer tarafa meylederler. Sonra da başları döner. Prensipler ve doktrinin olmadığı yerde
kaos vardır, kargaşa vardır.
Türkiye, felsefesini buluncaya, metafizik referans noktalarını buluncaya kadar bu konudaki tartışmalar sürer gider...
Tekke yasağı bugün anlamsız
Tekkelerin kapatılmasında hiç mi hayır unsuru yok sizce?
Belki başlangıçta iyi bir amaca hizmet etmek için düşünülmüş bir şey olabilir tekkelerin kapatılması. O esnada buna ihtiyaç görülmüştü belki. Ama üzerinden seksen sene geçtikten sonra bir yasak kendi içinde zararlı bir hale de gelebilir. Tekkelerin yerine açılan halkevleri o ihtiyacı karşılayamadı. O ihtiyaç ölmedi, kılık değiştirdi. Hatta o kadar ki, bir futbol müsabakasında, bir
müzik konserinde dahi tarikat fonksiyonları göze çarpmaktadır, bu hissedilmektedir. Bir genç bir futbol maçına giderken, belirli bir kisveye girmektedir,
rozet,
şapka takma ihtiyacı hissetmektedir. Bir grupla, ellerinde davullarla gitmek istemektedir. Hep beraber coşku içerisinde vecd yaşamaktadırlar. Ben sol görüşe mensup gençlerin yüzde doksan beşinin Karl Marks’ın Das Kapital kitabını satır satır okuyarak, altını çizerek Marksist olduklarını zannetmiyorum. Ama
Ahmet Kaya’nın, Edip Akbayram’ın konserlerindeki o spiritüel, o manevi coşkuyla katılmışlardır oraya. Veyahut
Yıldırım Gürses, Ozan Arif aynı duyguları yaşatmıştır başka gençlere. Dinden duygu boyutunu kaldırdığınız zaman kupkuru ve soğuk bir din anlayışı çıkar ortaya.
‘Devir, hakikat devri’ ne demek?
Said Nursi’nin “Devir, tarikat değil, hakikat devridir.” sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bazı gençler sanki dünya düşünce tarihi veyahut İslam düşüncesi Bediüzzaman
Said Nursi ile başlamıştır, daha öncesi yoktur gibi bir yaklaşım içerisindeler. Said Nursi’nin gelmekte olduğu o düşünce damarı neydi, neyin uzantısıydı bilmiyorlar. Bediüzzaman, Doğu Anadolu medrese geleneğinin bir ürünüdür. Doğu Anadolu medrese geleneği bugün
Taliban’ın
Afganistan’daki medrese anlayışı gibi değildi. Zahiri ilimler, manevi ilimler ile beraber verilirdi. Binaenaleyh, Said Nursi’yi iyi anlayabilmek için arkasındaki o güçlü tasavvufi medrese geleneğini iyi bilmek gerekir. Bir Hazreti Ali’yi, bir
Abdülkadir Geylani’yi, bir
İmam Rabbani’yi, bir
Mevlana Halid’i bilmeden Bediüzzaman’ı bir yere oturtmak mümkün değildir. Fakat dönem imparatorluktan ulus devlete geçiş dönemidir. Aynı zamanda bazı medreselerin, bazı dergahların tıkandığı, pıhtılaştığı bir dönemdi o dönem. Bunu bizzat yaşıyor Bediüzzaman. Dolayısıyla
Bediüzzaman Said Nursi’nin o sözünü o konjonktür içerisinde değerlendirmek gerekir.
NURİYE AKMAN / ZAMAN