KÜRSÜ
Bir taraftan şahıs önemlidir; zira
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir şahıstır ve
Allah bize, O'na bağlanmayı emretmiştir. Böyle bir bağlanmaya vesile olan unsurların en önemlisi fazilettir. İnsanlar, karşılarındaki insana faziletinden dolayı bağlanırlar. Böyle durumlarda fazilete hürmet ve tevhid hassasiyetini muhafaza arasındaki dengeyi kurabilmek çok önemlidir.
İnsanlar arasında fazilet bir irtibat vesilesi olduğu gibi herkesin faziletini alkışlamak da bir kadirşinaslık emaresidir. Evet, insanlığın aydınlanması için ışık tutanlara karşı bir kadirşinaslık ifadesi olarak temenna durulması gerekir. Bu, bize düşen bir vazifedir. Ancak, kendisine temenna durulan şahıs, meseleyi kendine bağlı görüyorsa, o da Allah'a şirk koşmuş olur. Allah Resûlü bir hadislerinde, “Başkalarının kendisine temennâ durmasını bekleyen, cehennemde kendisine yer hazırlasın” buyurmaktadır. Mesela hocanız yanınıza geldiğinde ayağa kalkmanız gerekir. Ancak hoca, kendisine ayağa kalkılmasını istiyor ve bekliyorsa o kaybetmiş sayılır. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir gün kendisi geldiğinde ayağa kalkan sahabilere, “Acemlerin büyüklerine yaptıkları gibi yapıp da ayağa kalkmayın!” buyurarak bu konudaki hassasiyetini dile getirir. Tabii bu, büyüklüğün şe'nidir, yani büyüğün sergilemesi gerekli olan bir davranıştır. Bize düşen ise büyüklerin istememelerine rağmen bir saygı emaresi olarak onlar geldiğinde saygılı davranmaktır. Meselenin bir diğer yönü ise şudur:
İman ve Kur'an
hizmeti gibi çok küllî, umumî ve kuvvetli omuzlar isteyen bir meselenin şahıslara bina edilmemesi gerekir. Bir
gönüllü hizmet heyeti içinde bulunan insanlar, kendi aralarında,
ittifak ve ittihad etmeliler, elde ettikleri başarılar karşısında da, “Bütün bunları Allah, şahs-ı manevimize lütfediyor” demeliler ve nefislerini de buna ikna etmelidirler. Çünkü onlara gelen lütuflar, bir araya gelmeleri neticesinde Allah tarafından verilmektedir. Bu arada “falan kişi daire dışına çıkarsa bu durum bizim heyetimize zarar verir” düşüncesini de kafalardan çıkarıp atmak gerekir. Çünkü ş
ayet bir
dava Allah davası ise, hiçbir kimsenin çıkması Allah'ın davasına zarar vermez. Binaenaleyh “heyetimiz yıkılır, dağılır” anlayışı içinde, belli şahıslara bel bağlayıp, her şeyi onların şahsında bulmak, İslam'ın saf ve duru akidesine ters düşmektedir. Konunun daha iyi anlaşılması için bir-iki müşahhas misal vermek istiyorum:
“Her kim, Hz. Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki O, vefat etti.”
Peygamber Efendimiz'i Hazreti Ebû Bekir kadar sevecek ikinci bir insan tasavvur etmek mümkün değildir. Nitekim bir hadislerinde Allah Resûlü “Herkes beni inkar ettiği zaman, o beni tasdik etti” buyurarak bu hakikati dile getirmektedir. Hazreti Ali de, “İrtidad hadiselerinde herkes Hazreti Ebû Bekir’e bir şeyler
tavsiye ederken, o atına bindi, Peygamber’in yolunda tek başıma olsa da giderim dedi.” ifadeleriyle Hazreti Ebû Bekir'in Allah Resûlü'ne olan sevgisini ve bağlılığını anlatmaktadır.
Allah Resûlü'nü bu ölçüde seven ve hayatının her döneminde bir lahza olsun yanından ayrılmayan Hazreti Ebû Bekir'in, Efendimiz'in dar-ı bekaya irtihalinden sonra tekfin ve defin esnasında Hazreti Ali'nin yanında bulunmadığını görüyoruz. Çünkü o anda ondan daha önemli bir mesele vardı; o da Efendimiz'in irtihalini müteakip o güne kadar yapılan şeyler yıkılabilir, bazıları Müslümanlar arasına nifak sokabilir ve önü alınmaz ayrılıklar ve parçalanmalar meydana gelebilirdi. İşte tam bu esnada Hazreti Ebû Bekir ortaya çıktı ve, “Her kim, Hz. Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki O, vefat etti. Her kim Allah'a iman ediyorsa, bilsin ki O, Hayy u Kayyumdur” demişti. Arkasından “Muhammed, sadece resûldür, elçidir. Nitekim O’ndan önce de nice resûller gelip geçmiştir. Şayet O ölür veya öldürülürse, siz hemen gerisin geriye dinden dönecek misiniz? Kim geri
döner, dinden çıkarsa, bilsin ki o Allah'a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/144) ayetini okuyunca, umumun hissiyatına tercüman olan
Hazreti Ömer, “Zannettim ki o ayet yeni nâzil oldu. Hazreti Ebû Bekir, bizi uyardı.” diyecektir. Daha sonra bilindiği üzere Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Ebû Ubeyde gibi çok şuurlu ve Efendimiz'in davasını iyi kavrayan müminler, Benî Saîde Sakîfe'sinde toplanarak orada hilafet meselesini halletmişlerdir.
Allah Resûlü'nü bütün sahabiler çok seviyorlardı ve hepsi de O'na gönülden bağlıydılar. Esasen böyle bir bağlılığın da hiçbir zararı yoktur. Ancak yanlış olan, O'nun getirdiği mesajı O'na bağlı görmek ve O gidince de her şey bitti zannetmektir.
Hazreti Ebû Bekir'in sergilediği bu şuurlu tabloyu, Hazreti Ömer'in hilafeti zamanında da görüyoruz. Hazreti Halid, Hazreti Ömer'in ordu komutanıdır. O, atını İran'ın üzerine sürdüğünde İran'ın bütün güçlerini çökertir, Roma İmparatorluğu'nun üzerine sürdüğünde de onların surlarını yıkar ve eşi benzeri olmayan büyük bir askerî deha gösterir. İşte Hazreti Ömer bu büyük komutanı görevinden azletmiş ve azil sebebini de şöyle ifade etmiştir: “Halid! Allah biliyor ki seni çok seviyorum. Fakat
halk, elde edilen zaferleri, senin şahsında buluyor. Ama ben biliyorum ki, bu zaferleri bize ihsan eden Allah'tır. Bu sebeple seni görevinden azlediyorum.” Nitekim Hazreti Halid görevinden alındıktan sonra da zaferler yine devam etmiş ve halk, kazanılan zaferlerin Hazreti Halid'den değil Allah'ın lütfundan kaynaklandığını anlamıştır.
Eskiden olduğu gibi günümüzde de bu düşünceye saplanıp bir kısım meseleleri şahıslarda görenler olmuştur. Hâlbuki İslam'daki fetih hareketleri, Efendimiz'in vefatından sonra devam ettiği gibi manevi sahadaki fetihler de her zaman sürüp gitmiştir. Mesela
Abdülkadir Geylani Hazretleri’yle, Şâh-ı Nakşibendi Hazretleri vefat etmişler; ancak günümüze kadar onların devamı mahiyetinde nice insanlar gelmiştir.
Aslında her müminin böyle düşünmesi gerekir. Çünkü hepimize Allah'ın lütfu müşterek olarak gelmektedir.
ÖZETLE
1- Yapılan herhangi bir hizmette bazı şahısların yeri inkâr edilemez; ancak şahıslar, aynı zamanda tamamen hizmet demek de değildir.
2- Büyüklere düşen kimseden saygı ve hürmet beklememek, bize düşen ise onlar istemese de her zaman ve zeminde onlara karşı saygılı davranmaktır.
3- “Falan kişi ayrılırsa heyetimiz yıkılır, dağılır” anlayışı içinde, belli şahıslara bel bağlayıp, her şeyi onların şahsında bulmak, İslam'ın saf ve duru akidesine ters düşmektedir.