Lügat itibarıyla, iç darlığı, tutulma, gerilme, sıkılma, avuç içine alınma, canı çıkacakmış gibi olma manalarına gelen "kabz", tasavvuf ıstılahında, insanın, sımsıkı bir münasebet içinde bulunması lâzım gelen ebedî feyiz kaynağıyla alâkasının gevşemesi ve manevî feyizlerinin kesilmesi sebebiyle, kısmen de olsa boşlukta kalması ve kalbinin kasvetle kasılması demektir. Buna karşılık, sözlüklerde yayma, açma, sergileme, ferah-fezâ bir duruma erme şeklinde
tarif edilen "bast" tabiri ise tasavvufta, gönlün genişleyip şenlenmesi ve zihnin en muğlâk meseleleri dahi çözebilecek seviyeye yükselmesi, dolayısıyla insanın İlahî lütufları hissetmesi ve yüreğinin neşeyle atması manalarına gelmektedir.
Kâbız ve Bâsıt İsimlerinin Tecellileri
Cenâb-ı Hakk'ın Kâbız isminin tecellileri mutlaka her insanda tesirlerini gösterir. İnançsız kimselerde bu tesirler, bunalım, stres ve buhran şeklinde ortaya çıkar; onlarda intiharlara sebebiyet veren saik de çoğu zaman bu türlü bir kabz halidir. Mü'minlerde ise her kabz bir teyakkuz faslı ve Mevlâ-yı Müteâl'e gönülden teveccüh
çağrısıdır. İnsan mütemadiyen Bâsıt isminin mazharı olsa ve hep İlahî ihsanlarla karşı karşıya bulunsa, onun nimetlerin kadrini bilememesi, kendini salması ve nankörce davranması söz konusu olacaktır. O art arda lütfedilen nimetlerin muvakkaten kesildiğini de görmelidir ki, onların kıymetlerini anlasın. Bu açıdan, bast halinde rahatça kulaç atıp ileriye doğru gidebilmenin zevkini duyabilmek için ara sıra kabza maruz kalmak ve bir tutukluk yaşamak da gerekmektedir.
Evet,
Allah Teâlâ hem "Kâbız" hem de "Bâsıt"tır; insan iradesinin nisbî bir tesiri olsa da, kabz u bast Allah'ın kudret, meşiet ve iradesine bağlıdır. "Allah hem kabz eder hem de bast eder." (Bakara Sûresi, 2/245) mealindeki
ayet-i kerime de bu hakikati ifade etmektedir. Bütün varlık, O'nun kabza-i tasarrufundadır; semâlardaki burç burç gezegenlerden insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman evirip-çeviren O'dur. Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in "Kalb, Hazreti Rahmân'ın parmakları arasındadır; onu halden hale çevirir ve ona istediği şekli verir" sözü de bu gerçeğin bir buudunu hatırlatmaktadır. Allah Teâlâ, Kâbız ve Bâsıt isimleriyle dilediği zaman kalbi öyle sıkar ve onu öyle ihtiyaçlara boğar ki, artık O'ndan gayri hiç kimse kalbi inşiraha kavuşturamaz ve onun ihtiyaçlarını gideremez. İstediğinde de kalbe öyle genişlik ve inşirah verir ve onu öyle ihsanlarla şereflendirir ki, gayrı o hiç tasalanmaz ve hiçbir şeye ihtiyaç duymaz.
Kabz ve Bastın Vartaları
Bazı ruhî sıkıntılar ve gönül darlıkları Cenâb-ı Allah tarafından, insanları sabra ve nefisle mücahedeye alıştırmak için verilen Rabbânî birer kamçı gibidir. Tembelleşen bir hayvanın kamçı ile harekete geçirilmesi misillü, hantallaşan ve ülfet içinde kıvranan insanlar da bu kabz ve bast halleriyle adeta kamçılanmakta ve vazifelerinde canlılığa, ciddiyete ve gayrete sevk edilmektedirler.
Aslında insan daima sabır ve
şükür kanatlarıyla yol almalı; havf ve reca dengesini de hep korumalıdır. Ne var ki, bazı kimseler sıkıntı ve zorluk anlarında reca ve sabırla hareket edeceklerine ye'se düşebilmekte; rahat ve huzurlu dönemlerde ise havf ve şükür esaslarına bağlı bir tavır alacaklarına
emniyet duygusuyla dolup kendilerini bütün bütün rehavete salabilmektedirler. Oysa her zaman havf ve reca dengesini gözetmenin hayati ehemmiyeti vardır. İnsan, meleklerle aynı safta yer aldığını görse bile, asla nefsine güvenmemeli, akıbet ve âhiret hesabına emniyette olduğunu sanmamalıdır. Mutlak yeis
küfür olduğu gibi, mutlak emniyet de küfürdür. Evet, nasıl ki akıbet ve âhiret konusunda bütün bütün ümitsiz olmak bir küfür sıfatıdır; bir insanın ameline güvenmesi, akıbetinden hiç endişe etmemesi ve Cennet'e gireceğinden emin olması da bir küfür vasfıdır.
Bu itibarla, kabz, yeis bataklığına yuvarlanmamaya dikkat edilerek karşılanması gereken bir celalî tecelli; bast da akıbetinden emin olma aldanmışlığına düşmemeye itina gösterilerek değerlendirilmesi icap eden bir cemalî tecellidir. Basta mazhar olan insan, öteleri müşâhedeye açılamamış ve hayatını uhrevîliklere bağlayamamış kimselerin içine düştüğü gaflet ve gevşeklikten uzak kalmalı, şükür hisleriyle dolmalı ve hep temkinli olmalıdır. Kabz haline maruz kalan kimse de, gönül semasının muvakkaten karardığı o zaman diliminde sadakat ve
vefa ışığıyla yol almalı, ümitsizliğe asla teslim olmamalı ve sabırdan ayrılmamalıdır.
Evet, kalbinin kasvet bağladığına ve karanlıklar içinde kaldığına inanan bir insan, şayet kendisini ümitsizliğin pençelerine teslim etmezse ve vicdan lisanıyla sürekli "Tut beni Allah'ım, tut ki edemem Sensiz!" diyerek Cenâb-ı Hakk'ın inâyetine sığınırsa, o kasvetli zaman diliminin boğuculuğuna rağmen, bast halinde ulaşamayacağı noktaların çok ötesine vâsıl olabilir. Zira, esas kulluk, kabz halinde, onun tuzaklarına düşmeden, sadakatle ortaya konulan kulluktur. O kullukta Allah Teâlâ'nın emirlerini yerine getirme düşüncesinden başka bir niyet ve maksat yoktur; dahası onda aşk yoktur, iştiyak yoktur, cezbe yoktur, incizap yoktur, zevk-i ruhanî yoktur; sadece Yüce Yaratıcı'nın emri olduğu için
ibadete ve ubudiyete sarılma kastı vardır. İşte, ibadet ü taat neşvesinden mahrum kaldığı öyle bir anda da kulluğunu aksatmayan bir insan bire on, bire yüz, bire bin ve hatta daha fazla sevap kazanacaktır. Bu açıdan, mü'min, inişli çıkışlı bu yolda içinde bulunduğu halin kabz ya da bast olduğuna bakmadan mütemadiyen yürümeli ve her zaman kendisine yakışan sadakat ve vefanın gereğini sergilemelidir.
1 - Cenâb-ı Hakk'ın Kâbız isminin tecellisi, inançsız kimselerde bunalım, stres ve buhran şeklinde ortaya çıkarken; mü'minlerde ise teyakkuza geçip O'na yönelmeye bir çağrı olarak görülür.
2 - Bazı ruhi sıkıntılar ve gönül darlıkları, Cenâb-ı Allah tarafından, insanları sabra ve nefisle mücahedeye alıştırmak için verilen Rabbânî birer kamçı gibidir.
3 - Kabza maruz kaldığına inanan bir insan, şayet kendisini ümitsizliğe salmaz ve Cenâb-ı Hakk'ın inâyetine sığınırsa, bast halinde ulaşamayacağı noktaların çok ötesine ulaşabilir.