Yurtdışında yaşayan ve tanıdığı gayr-i müslimlere
İslam’ın kutsal kitabını
hediye etmek isteyenler iyi bilirler ‘güvenilebilecek bir
meal’ bulmanın ne kadar zor olduğunu. Vahhabilerin, Ahmedilerin, Şiilerin kendi
İngilizce mealleri vardır; bu mealleri bastırıp ücretsiz dağıtan ‘tebliğ’ kurumları da. Yusuf Ali’nin meali
Shakespeare İngilizcesi kullanır ve bir hayli zordur anlaması. Marmaduke Picthall’un mealinde sonradan
Müslüman olmuşluğun ve İslam’ı öncelikle bir oryantalist olarak çalışmışlığın izleri hissedilir. Shakir ve Davud nispeten yeni bir İngilizceyle, ama fazlasıyla lafzî bir anlam tercümesini
tercih eder. Kur’an’ın o kendine has belagati nazil olduğu dil ortamının dışına çıktığında kafa karıştırıcı bir bulmacaya dönüşür birden. Hasılı Müslüman olup da kapı komşusu İngiliz’e, iş
arkadaşı Hintliye, öğrencisi
Amerikalıya verecek,
tavsiye edecek bir İngilizce meal bulabilmek bir hayli zordur. Bu sebepten çoğunluk ‘karşılaştırmalı mealleri’ tercih eder,
okuma yükünü bir hayli artıracağını bile bile...
BEŞ YILLIK BİR ÇALIŞMANIN ÜRÜNÜ
Ali
Ünal’ın meal-
tefsir çalışması beş yıl önce Muhterem
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir ricasıyla başlamış. O zaman ‘kapanırsam, altı ayda bitiririm’ dediği işi ancak beş yılda tamamlayabilmiş Ünal. Üzerinde çalıştıkça büyümüş, giriftleşmiş iş. Bugüne kadar yazılmış pek çok tefsiri, meali yeni baştan okumuş bu iş için.
Çamlıca’da bir zamanlar Üstad
Bediüzzaman Said
Nursi’nin boğazı seyrettiği tepede bulunan ofisinde ziyaret ettiğimiz
Ali Ünal İngilizcesi piyasada bulunan meal-tefsirinin
Türkçesi üzerinde son çalışmalarını yapıyordu. Türk meal ekollerinin sınırlarını bir hayli zorlayacak olan çalışmasının ilahiyat çevrelerinde başlatacağı
tartışmanın farkında, bu tartışmaya velûd bir yön verebilmek için önsöze yeni bazı bölümler eklemişti.
Son sorumuzdan başlayalım isterseniz. Çünkü bu soruya verdiği
cevap geçmişte “
Mekke: Resullerin Yolu” gibi eserleriyle tanınmış Ali Ünal’ın
Gülen Hareketi ile tanıştıktan sonra yaşadığı dönüşümü gözler önüne seriyordu. “
Eserini bitiren yazar ya ‘artık ölebilirim’ ya da ‘daha iyisini yapabilirdim’ der. Sizde hangi duygu ağır basıyor?” diye sorduk Ali Ünal’a. Beş yıldır Kur’an
ayetleri içinde
seyahat etmiş bir zihnin dinginliğiyle, “Daha yapılacak çok şey var. Belki Kur’an kaynaklı bir siyer çalışabilirim bir gün. Elimde beni iki üç yıl kadar meşgul edecek
çeviri işleri var. Benden önce biri kalkar bu vahye dayalı siyeri yazarsa, ona da çok sevinirim.” diye cevap verdi. Ünal sadece anladığını değil, yaşadığını yazmıştı. Kur’an’ı anlamaktan öte Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmanın ufkunda dolaşıyordu.
Eserin önsözünde son asırda Kur’an’a dönüşün ‘doğruları ve yanlışları’ olan bir dönüş olduğundan bahsediyorsunuz. Bu yanlışları düzeltmek için mi yazdınız meal-tefsirinizi?
Hep kaçındığım bir şey, ‘başkaları yanlıştı, ben düzelttim’ demek.
Bediüzzaman Hazretleri kendisinin artı değeri olmayan insanın kendini başkaları ile teraziye koyup, karşı tarafın kefesini yukarı kaldırarak, yani diğerlerini tenkit ederek kendini kıymetli göstermeye çalıştığından bahseder. Bundan
Allah’a sığınırım. Tabii ki bu meal-tefsirin bir yazılış sebebi var. Ama bu önce var olanları tenkit, onlardaki eksik ve kusurları görme değil, farklı bir
ürün ortaya koyma gayretidir.
Son asırda
Osmanlı’nın ve İslam dünyasının çöküşünü tersine döndürme, Cemil
Meriç’in ifadesi ile ‘bozgun akşamlarından
zafer sabahlarına dönme’ gayreti çerçevesinde Kur’an’a yeniden bir sarılış yaşanmış. Bu yapılırken aradaki 14 asırlık İslam tarihinin ve pratiğin
ihmal edildiğini görürsünüz. Oysa Kur’an teorik bir kitap değil, esas anlamını pratikte bulan, sırlarını pratikte açan bir kitap. Bugün Müslümanların arasındaki anlaşmazlık sebeplerinden birisi de pratiksiz bir fıkıh üzerinde, pratiği olmayan bir İslam üzerinde konuşulması. Bu da teorik evhamlara yol açıyor.
Merhum
Haluk Nurbaki’nin çok güzel bir benzetmesi var: “Kur’an-ı Kerim, her gün yeni bir yaprağı açılan gül gibidir.” diyor. İslam’ı oluşturduğu muazzam medeniyetler, kurulan devletler, ilmî sahada, manevi sahada, sosyal ve siyasi sahada yetiştirdiği değerler açısından görmezseniz büyüklüğünü anlayamazsınız. Bediüzzaman Hazretleri’nin ikazı var bu konuda; Peygamber
Efendimiz Aleyhisselam’ı “
Medine çarşısında bir Arapla at pazarlığı yaparken sesini yükselten biri olarak” görürsek kaybedeceğimizi söylüyor. Müşrikler böyle yapmışlar, “Bizim gibi yiyen içen, sokaklarda gezinen, geçinmek için çalışan biri
peygamber olur mu hiç?” demişler. Aynı hataya düşmemek için O’nun nesebinden ve ümmetinden çıkan yüz binlerce evliya, ulema, devlet adamları hesaba katılmalı. İşte buna benzer bir hata da Kur’an hakkında yapılıyor ve sanki aradan geçen 14 asır hep kusurlar ve eksikliklerle doluymuş gibi atlanıp, doğrudan başa dönmeye kalkışılıyor.
“MÜFESSİR ZAMANIN İNSANIDIR”
-Çalışmanızı meal ve tefsir ekolleri içinde bir yere koymak mümkün mü? Kimden etkilendiniz mesela?
Meal demek ayetlerin manalarından birini tercih ederek Kur’an’ı Kerim ne diyor diye aktarmaktır. Üstadımızın dikkat çektiği gibi “Tefsirde olan her şey Kur’an’dan demek değildir. Çünkü müfessir zamanın insanıdır.” Mesela Fahrettin Razi gibi büyük bir müfessir o zamanın bilimsel bilgisine dayanarak arzı su üzerinde değerlendirir. Tabii bu durum kâinat gerçekleriyle ilgili bazı ayetlerde Yer’in sabit olup
Güneş’in hareketli olduğu yorumuna yol açmış. Aynı şekilde son yüzyılda yapılan tefsirlerde Kur’an’a yaklaşım tamamen bilimseldir. Batıdaki pozitivist manada bilimsel. Mucizeler inkâr edilmiş, maneviyata
bakan, cinlere ve
şeytanlara, ruha bakan ayetlerin hemen hepsi pozitivist yaklaşımla yorumlanmış.
O kuşağa kıyasla biz biraz daha şanslıyız. Elimizde Bediüzzaman’ın eserleri var,
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserleri var. Bir de eskiden ulaşılması zor olan pek çok kaynağa rahatlıkla ulaşabiliyoruz artık. Belirgin bir tesir altında kaldığımı zannetmiyorum ama çok kaynaktan istifade ettiğimi ifade etmem gerek. Bu tesir meselesi önemli; çok ama çok önemli bir müfessir olan Allame Tabatabai, Şii’dir malumunuz, ve yer yer kendi mezhebine
destek olan yorumlara girer. Oysa Kur’an’ı Kur’an’la tefsir alanında büyük bir eser kaleme almış. Bu çalışmamda başucu kaynaklarımdan biri oldu. Fethullah
Gülen Hocaefendi’nin ‘Bu tefsirinde beni talebe kabul etse şeref addederim’ dediği Elmalılı
Hamdi Yazır’a sık sık başvurdum. Mutezilîdir belki ama Fahrettin Razi bir ekoldür. Rivayet tefsirlerinden Taberi pek çok kelimenin manasını bulmamda işe yaradı. Ne gariptir ki meal-tefsirler Taberi’yi ihmal etmişler. Ben mesela ‘nutfe’ kelimesinin
modern mikrobiyolojinin buluşlarına uygun olan tek anlamını Taberi’de buldum.
KUR’AN’I KUR’AN’LA, AYETİ AYETLE TEFSİR
-Anladığım kadarıyla Bediüzzaman’ı tesir olarak görmüyorsunuz?
Bediüzzaman’ı ben meşrep sahibi olarak görmüyorum. Ona Kur’an ve hadisten sonra sarsılmaz bir itimadım var. Dinle alakalı zihni ve kalbi bugünden kıyamete kadar gelecek her seviyedeki sorulara cevap vermiş. Bir mezhep, meşrep yahut ayrı bir düşünce ekolünün temsilcisi olarak değil, Kur’an’ı ve dini anlamada ana kaynak olarak değerlendirdiğim için hususi bir tesir olarak değerlendirmiyorum.
-Fatiha suresi mealiniz Risale-i Nur’dan güzel bir derleme adeta. Başka ayetlerde de Bediüzzaman’dan nakiller yapıyorsunuz. Bu anlamda yazdığınıza Risale-i Nur’un meal çalışması diyebilir miyiz?
Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu çok önemli bir şey var; Kur’an’ı Kur’an’la, ayeti ayetle tefsir etmek. İşaret’ül İcaz’la, Muhakemat’la Kur’an’a nasıl yaklaşılmalı sorusuna cevap veriyor ve bir çığır açmış. Ben sadece onun verdiği meal-tefsirleri kullanmadım, aynı metodu başka ayetlere de uygulamaya çalıştım. Tabii kâinatı kuşatan ufuk nerede, benim daracık ufkum nerede? Ancak
küçük bir kısmında başarılı olabildim. Şu anda
Fethullah Gülen Hocaefendi’den başka kimsede Bediüzzaman gibi tefsir yapacak bir ufuk göremiyorum. Onun da Kur’an’ın ilk üç sayfasıyla ilgili 500 sayfa tutan tefsir notları var. Bir defasında bir harfin manasını söylemişti
Arapça olarak, yarım sayfa tutardı. Not da tutamamıştım o zaman. Ama Bediüzzaman’ın ‘İşin ehli bir harfine bir sayfa yazar.’ sözünün hakikat olduğunu orada anladım. Ben kendimce, elimden geldiğince yapmaya çalıştım. Keşke bütününü Bediüzzaman metoduyla yapabilseydim.
-Bazıları İngilizcenin Türkçeye kıyasla derdini anlatmak için daha zengin bir dil olduğunu söylüyor. Siz aynı anda hem Türkçe hem İngilizcesini yazdınız bu meal-tefsirin. Kur’an’ın mesajını vermek için İngilizce mi Türkçe mi daha uygun?
İngilizcenin Türkçeden zengin olduğu iddiasına katılmıyorum. Kur’an en iyi Arapça anlatılabilir. O yapılmıyorsa İslam zemininden, Müslümanların kullandığı bir dil olarak Türkçe ideal bir dildir. Bin yıldır Arapça’yla haşir neşir olmuş. Belki modern kavramlar ve teknolojik ifadeler açısından Türkçe yetersiz görülebilir. Ancak İslam kültürünü, Kur’an’ı, insanı ve çevreyi, dinî meseleleri anlatmakta Türkçe İngilizceden çok daha zengindir. Redhouse’un 19. yüzyılda yaptığı iki sözlüğü karşılaştırın mesela: Türkçe-İngilizce olanı İngilizce-Türkçe olanından daha kalındır.
Bazen ben de duyuyorum; Risalelerin İngilizcesini daha iyi anlıyorum diyenler oluyor. Ama bu dilin zayıflığını değil, okurun zafiyetini ifade eder. ABD’de yaşayan ve bir hayli okumuş bir arkadaş ‘Kader Risalesi’ni Türkçesinden anlayamamıştım, İngilizcesini okuyunca anladım’ demişti bana. Oysa Bediüzzaman bunu yazabilmiş Türkçe. Demek dil yeterli, biz yetersiziz.
-Suat Yıldırım’ın meal çalışmasında Eski ve Yeni Ahit’lere yapılan atıflar tartışmaya yol açtı. Siz de yer yer atıf yapıyorsunuz. Türkçesi yayımlandığında yeni tartışmalar bekliyor musunuz?
Zannetmiyorum. O tartışma içerikle ilgili değildi. Suat Hocamın şahsında, bir cemaate veya bir gruba saldırı yapılması sözkonusuydu. Suat Hocam gerekli cevabı verdi. Benim burada yaptığım Suat Hoca’nın yaptığının aynı değil. Ama şunu da söylemek lâzım; Kur’an’ın atıf yaptığı Eski ve Yeni Ahit’in tahrif edilmemiş asıllar olduğu iddiası yanılgıdır. Kur’an ayetleri eski kitaplara musaddık, yani tasdik edici olduğunu söylediği yerlerde tahrif olmamış kitaplardan bahsediyordu. Ama söz gelimi ‘Onların ellerinde Tevrat var, çözüm bulunan kitap var, niye sana geliyorlar ki?’ mealindeki ayet, açıkça Resulullah Aleyhisselam zamanında var olan muharref Tevrat’a atıfta bulunuyor. Demek Kur’an’ın kendisinde var bu atıflar. Ben dinime, Kur’an ayetlerine bir saldırı olduğunda, ‘Yahu bakın sizin kitabınızda da bu var’ demişsem, Kur’an’a zarar mı vermiş olurum? Kaldı ki her atıf tasdik demek değil. Eski Ahit’te peygamberlik müessesesine yakışmayan ithaflar var bazı peygamberlerle ilgili. Atıf, bu anlamda
eleştiriyi ve tashihi de içerir. Bu noktada susmak, ‘Bunun doğrusu budur’ dememek doğru değildir.
-Eserinize koyduğunuz bir ek bölümü var. Sanki Muhammed Esed’in mealindeki eklere cevap vermişsiniz.
Hayır, o konuda Esed’in tesiri olmadı. Muhammed Esed’in mealini, Amerika’da zengin bir insan, dinî
hizmet adına dağıtmak istiyordu. İlk beş altı sayfasına baktım ve ‘aman sakın yapmayın’ dedim. Eserimde Esed’e çok atıf var, ama tenkid olarak. Şunu
itiraf edeyim, Türkçe ve İngilizce yapılan mealler içinde en ciddi çalışmayı Esed yapmış. Fakat yaşadığı dönemde üç tane kaynağı var; Fahrettin Razi, Muhammed Abduh ve keşşaf sahibi Zemahşeri. Bir de çok net bir pozitif bilimcilik yaklaşımı var; mesela Şeytan Allah-u Teala ile danışıklı bir dövüş içerisinde lanse edilmiş. Şeytanla ilgili bütün ayetlerde insandaki kötü içdürtüleri öne çıkarmış. Mucizelerin hiçbirini kabul etmiyor. Yani, bir anlayış dersiniz. Ancak bu Kur’an’ı Kerim’in tamamına yansıyor. Maneviyatsız, ruhiyatsız bir Kur’an meali ortaya çıkıyor.
MUHAMMED ESED SAMİMİ BİR MÜSLÜMAN
Suat Hocam Esed konusunda bir eleştiri yazdı ama çok yumuşak kaçmış.
Türkiye’de tanıtımı yapılmış, dağıtılmış bir meal bu. Şunu ifade etmeliyim, Yahudilikten dönmüş olmasına rağmen hiçbir İsrailiyat izi, hiçbir Yahudilik etkisi görmedim mealinde. O anlamda samimi bir Müslüman. Ama aynı samimiyeti yaptığı nakillerde göstermemiş. Mesela Razi’den bir atıf yapmış. Razi’nin görüşlerinden birini tek görüşü gibi lanse etmiş. Özellikle Kur’an-ı Kerim’i anlatan bir eserde bu yapılmamalıydı. Bu bir vebaldir ve Ahiret’te Razi hak talep eder. Bilimselcilik hatası niyetine binaen, Batılılara dini anlatmak için bir yol olarak benimsemişti diyerek hoş görülebilecek bir şey. Ama naklettiği insanlara karşı böyle bir yanlış nakil affedilmez. Yine de tekrar edeyim, Esed’e bigane kalarak bir Kur’an meali de yazılamaz bugün.
-Batı’da Vahhabilerin, Ahmedilerin dağıttığı mealler var. Bunları inceleyebildiniz mi? Bir meşrep taassubu var mı bunlarda da?
Bu tür meşrepler ve mezhepler kendilerini haklı göstermek için önce Kur’an’ı Kerim’e bakar. Bu da beraberinde tefsir ekollerinden kopuk, yazılmış tefsirlerden istifade etmemiş mealler ortaya çıkarıyor. Bakın bir örnek vereyim: Bir ayette Hz. Yusuf diyor ki, ‘Size bir yemek gelecek. Size gelmeden önce onun tevilini veririm.’ Bütün meallerde bu tevilin bir
rüya ile alakalı olduğu söyleniyor. Arapçada ‘zamir en yakın isme racidir’ diye bir kaide var. Bu kaideye bile aykırı olarak hepsi ‘rüya tevili’ demişler. Oysa İbn-i Kesir’e baktım, Taberi’ye baktım, ‘yemeğin tevilidir, yani ne yemeği olacağından haber vermiş’ diyorlar. Türkçe mealler bu tefsirlere bigane nasıl kalmışlar, anlaşılmıyor. -Önsözünüzde diyorsunuz ki ‘esbab-ı nüzûlü bilmek Kur’an’ın bugüne ne dediğini bilmek için lâzımdır’. Bu Batı’daki tarihselci yaklaşıma getirilmiş köklü bir eleştiri aynı zamanda, yanılıyor muyum?
Bir karşı durma gibi değil de gerçeği ortaya koyma manasında, hakikaten üzerinde durulması gereken bir mevzu bu. Kur’an diyor ki; ‘O kâfirleri uyarsan da bir uyarmasan da bir.’ Bu ayete ‘boşuna tebliğ yapıyorsun, uyarmasan da olur’ anlamı veremezsiniz. Burada hangi kafirlerden bahsedildiğini Hz. Muhammed Aleyhisselam da biliyordu, Ashab da biliyordu. Bunlar artık kalpleri mühürlenmiş, gözlerine perde inmiş insanlardı. Şimdi bu ayetin mealini verirken özel bir gruptan bahsedildiğini ifade etmek lâzım. Hem ayette, ‘sevâun aleyhim’ deniyor, yani ‘onlar için bir’; yoksa ‘aleyke’ denilmiyor. Yani ‘senin için uyarsan da uyarmasan da bir’ denilmemiş.
TARİH MİSLİYLE TEKRAR EDER
Bazıları esbab-ı nüzûlü tarihselcilikle karıştırmış. Yani bu ayet, sadece o dönem içindir demiş. Oysa tarih misliyle tekrar eder; dikkat edin, ayniyle demiyorum, misliyle tekrar eder. Nüzûl şartlarını bileceksin ki aynı şartların olup olmadığını tespit edebilesin. Esbab-ı nüzûl Kur’an’ı her asırda anlamanın ön şartlarından biridir.
-Kitabınıza bir önsöz yazan Fethullah Gülen Hocaefendi size bir hayli methiyede bulunmuş. Diyor ki ‘En güzel benim yaptığım demedi hiçbir zaman. Cesur oldu. İstişareye önem verdi. Hatadan dönmeye her zaman hazırdı.’ Bir kelimeye takılıp, ne yapayım diye düşündüğünüz, istişare ettiğiniz, değiştirdiğiniz satırlar oldu mu hakikaten?
Çok müteşekkir olduğum arkadaşlarım var
yardım aldığım. Defaatle dönüp onlara sordum, bu var mı, bu yok mu diye. Bu metni yedi defa gözden geçirdim ben. Fethullah Gülen Hocaefendi de bir defa tamamını, bir defa da belli kısımlarını okudu. Onun rahle-i tedrisinden geçmiş arkadaşlar aralarında paylaşıp okudular. Bütün bunlara rağmen en son gözden geçirdiğimde bile bazı değişiklikler yapma ihtiyacı hissettim. Sadece ilahiyatçılara değil, her ilim dalından ilim adamlarına tekrar tekrar danışmam gerekti. Kur’an’ı Kerim Allah kelamı. Burada bir hata yapmak affedilecek iş değil. ‘Yazmak, ebedi konuşmaktır’ derler. Evet, yapılan hata ikinci baskıda değiştirilir, ama ya birinci baskıyı okuyanlar. Allah’a kendi istediğimiz şeyi söyletmiş oluruz eğer bu hassasiyeti göstermezsek.
AKSİYON