1973 yılında gelmişti
İzmir'e. Amacı Yüksek
İslam Enstitüsü
sınavlarına girmekti. Sesine kasetlerden aşina olduğu hocası ile sabaha kadar süren bir sohbet yaptı o gece… Hocası, "30 yıldır aradım, ancak buldum." diyerek teveccüh etti ona. Yıllar sonra ondan bahsed
erken de "Gelecek nesillerin Mehmet Özyurt Hoca gibi hasbî ruhları tanıması ve onların izinden yürümesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü onlar, ömürlerinin her anına bir örnek hal, tavır ve davranış sığdırmış insanlardır. Onların sergüzeşt-i hayatları yarının hasbîlerine yol gösterecek işaret taşlarıyla doludur. Dolayısıyla, hem onları birer yâd-ı cemîl olarak anmak hem haklarında duaya vesile olmak ve hem de geleceğin fedakar ruhlarına hüsn-ü misaller göstermek için Mehmet Hoca gibi kahramanların hayat hi-kâyelerinin yazılması lazımdır." ifadelerini kullandı.
Bu teveccühlere mazhar olan kişinin ismi Mehmet Özyurt. Bundan tam 18 yıl önce, 18
Eylül 1988'de geçirdiği bir
trafik kazasında kaybetti hayatını. İlminin genişliğini tevazusuyla örtmüş, imanın giremediği sinelere bir nebze de olsun ışık yansıtabilmek için gecesini gündüzüne katmış Özyurt'un şehadet parmağı dışında her yeri yanmıştı o meşum kazada. Aradan yıllar geçti. O ise hâlâ
hizmetleri ile yaşıyor şimdi.
İLME VE İRFANA AŞIK BİR HİZMET ERİ
Mehmet Özyurt,1945'te Antakya'da dünyaya gelir. Altı yaşındayken hafızlık yapmaya başlar. Bir senede hıfzını tamamlar. O dönemde ailesi, tek odalı evlerinde kömür satarak geçimlerini sağıyordur. Daha
küçük yaşlardayken, ilme ve irfana âşık biridir. Hatta çıraklık için verildiği akrabalarının tuğla ocağından sık sık kaçar ve çoğu kez köy camiinde talebelerin arasında bulur kendini.
Kitaplara düşkündür.
Annesi, onu yerdeki pöstekide, okuduğu kitabın yanı başında uyurken bulur çoğu zaman.
10-11 yaşlarındayken Hasan Okuyucu
Hocaefendi'nin yanında eğitime başlar. Burada
Arapça öğrenip, dinî ilimlerde tahsil yapar. Ardından
İskenderun Çay Mahallesi
Camii'nde müezzinlik görevine başlar. 16 yaşındayken caminin imamı olur. Sesine soluğuna hayran olduğu
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin kasetleriyle tanıştığı yıllardır bu dönem. En büyük isteği ise hocasını görmektir. Askere gidene kadar herhangi bir tahsili bulunmayan Mehmet Özyurt, çevresindekilerin teşvikiyle ilk, orta ve liseyi kısa sürede bitirir. Askerliğini Konya'da yapar. İzinlerinde, tanıştığı bir imamın camiinde sohbetler yapar, insanlara hak ve hakikati anlatır. Burada
halk tarafından çok sevilir. Yıllar sonra bile Konya'ya gittiğinde eski dostları onu büyük bir sevgiyle karşılar.
Askerlik dönüşü İskenderun'da Şükriye Hanım'la (1967) evlenir. Bu evliliğinden üçü erkek, ikisi kız toplam 5 evladı olur. İskenderun'da imamlık yaptığı bu yıllarda Mehmet Hoca, anne babası ile beraber kalıyordur. Evlerinin
misafirsiz kaldığı gün sayısı çok azdır.
Hayatının dönüm noktası ise Yüksek İslam Enstitüsü'ne gitmesidir.
Sınavlar için tercihini İzmir'den yana kullanır. Amacı sesine aşina olduğu hocasını da görmektir. 1973 yılında girdiği sınavda birinci olur. Sınav için geldiği günün gecesinde,
Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşür.
HAPİSTEN SONRA AYAKLARINI GÖSTERMİYORDU
Mehmet Özyurt Hoca, İzmir hayatına bir yıl Gütepe Camii'nde görev yaparak başlar. Sonra
Bornova Büyük Camii'ne imam olarak
tayin edilir. Aynı camiye 1976 yılında Fethullah
Gülen Hocaefendi vaiz olarak gelir. Caminin y
akınlarında ev tutan Mehmet Özyurt, her cuma hanesinde Hocaefendi'nin vaazlarına gelen insanlara yemek verir.
Eşi Şükriye Hanım o günleri şöyle anlatıyor: "Cami, evimize çok yakındı. Eve hoparlör çekildi. Kadınlar bizde toplanır, vaaz dinlerdi. Daha sonra şehir dışından gelen misafirlere evde yemek verirdik. Her cuma 40-50 kişinin yemek yediği olurdu. Tek bir maaşımız olmasına rağmen bize yeterdi."
Bu süreç 1980 ihtilaline kadar devam eder. 1980-1983 yıllarında Bornova'da görev yapar.
Şubat 1983'te asılsız bir iddia üzerine 28 gün arkadaşlarıyla birlikte cezaevinde kalır. Eşi, "Çıktığında ayaklarını kimseye göstermiyordu." derken,
hapishane arkadaşı Sami Çizginer, o günleri şöyle anlatıyor: "
Medrese-i Yusufiye'de beraberdik. Orada bizden daha çok sıkıntı çekti. Ayrı ayrı hücrelerde kaldık. Bir seferinde koridorda karşılaşınca, ona 'Burada bulunmamızı nasıl değerlendiriyorsunuz?' diye sordum. Bana, 'Burada çekilen ıstıraplar, ebedi âlemde gül bahçesine dönecek. Burada ne kadar sıkıntı çekersek, çekelim. Biz ebedi âlemde gül bahçelerine talibiz. Hiç merak etme.' dedi."
Serbest bırakıldıktan sonra memuriyetine son verilir. O, ''Bunda da bir hayır var'' diyerek, gönüllere iman aşılamak için ailesiyle Diyarbakır'a gider. Orada
soğuk karşılanmalarına rağmen,
selam vermediği kişi kalmaz. Ailesiyle birlikte damdan dönüştürme bir eve yerleşir. Eşyaları azdır. Şükriye Hanım'ın bileziklerini satarak geldikleri Diyarbakır'da, kıt kanaat geçinir. Teklif edilen
yardımları da birisi hariç kabul etmez. Eşi bu durumu şöyle açıklıyor: "Diyarbakır'a gittikten sonra evimize bir yıl
meyve girmedi. Bir tanıdık evimize meyve getirince Mehmet Hoca ona, 'Neden getirdin. Bir yıldır eve meyve almıyorduk. Alışmışlardı. Şimdi tekrar isteyecekler.' dedi.
Bu durum Hocaefendi'ye anlatılır. O da bir nebze olsun yardım edilmesini ister. Mehmet Hoca bunu öğrendiğinde çok üzüldü. Bir şey anlatmıyordu. Israr edince 'Ben Hz. Ebu Bekir gibi hizmet etmek istiyorum. Ücret almadan hizmet etmek istiyorum. Para aldıktan sonra bana ne faydası olur. Siz aç değilsiniz. Bir de Hz. Aişe validemizi görseydiniz. Sahabe annelerimizi görseydiniz ne yapardınız. Sadece lüksümüz yok.' dedi. Ama ısrar edilince kabul etti. Ama o parayla ne aldıysa evde misafirle yedi. 'Bu hizmetin parası. Tek başımıza yiyemeyiz.' diyordu."
Diyarbakır'da o zaman öğrenciye ev veren yoktur. Bir gece oturduğu evin eşyalarının bir kısmını alıp, olduğu gibi öğrencilere verir. Taşındığı birkaç evde de böyle yapar. Diyarbakır'da günlerinin büyük bir kısmını hizmet için evinden uzak geçiren Mehmet Özyurt'un eve geldiği gün sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordur. Evde kaldığı günlerde ise misafirin olmadığı gün yoktur. Evlilikleri boyunca baş başa çay içemediklerini söyleyen eşi, bir hatırasını şöyle anlatıyor: "İstanbul'dan dönmüştü. Erken geldi. 'Seni kimse gördü mü?' dedim. 'Ben kimseyi görmedim' dedi. Ben de, 'Bugün bizimle olacaksın. Gelen olursa daha dönmedi deriz.' dedim. Daha ben yemeği hazırlarken kapı çaldı. Çok sevdiğimiz Sakıp amcamız geldi. Onu sordu. Yok diyemedim. Ben sadece o var sandım. Ama gelen sadece o değildi. 10 kişiye yakın misafir vardı. Onları içeri buyur etti.
Yemek yediler, gecenin geç saatlerine kadar sohbet oldu. Bir daha da baş başa çay içme fırsatı bulamadık."
Mehmet Özyurt, Medrese-i Yusufiye'ye Diyarbakır'da da girer. Burada mahkûmlardan gardiyanlara kadar herkese hak ve hakikati anlatır. Suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılır. Bulunduğu bölgede hizmetin hüsnükabul görmesi için neredeyse mesaisinin tamamını harcar. Eşi bir gün, "Beş çocuğun var, biraz onlarla ilgilen." dediğinde, "Onlarla da ilgilenen çıkar. Ama öte yandan ilgilenme bekleyen binlerce çocuk var." cevabını verir. Yılları hizmet aşkıyla geçen bu insanın vefatına bir ay kala farklı şeyler yaşanır. Hanımı da bu durumu
sezer. Bu dönemde gördüğü bir rüyayı eşine bile anlatmaz. Sadece "Hocama anlatırım." diye konuşur. Eşi bir anlam çıkaramaz. Vefatı yaklaştıkça ondaki düşünce daha da artar. Son hafta herkesle ayrı ayrı ilgilenir, eş dost, akraba ziyaretleri yapar. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mehmet Hoca, dinlenmeden bu kez Van'a gider. Döndüğünde yorgun ve halsizdir. Eve geldiğinde eşi, "Ne zaman beraber olacağız?" deyince, "Dua et
Allah ahirette nasip etsin." cevabını verir.
ANCAK YANAR KÜL OLURSAK CENNETE GİRERİZ
Sonra Urfa'ya gitmek için hazırlanmaya başlar. Evden çıkarken eşine şunları söyler: "Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda
bakanınız yok. Beş çocukla, ne yap arsın?" Eşi, bu konuşmalara bir anlam veremez o sırada. Sonra çocuklarını öper: "Ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. 'Ne oldu' dedim, 'Bir şey yok' dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun' dedim. '
Hayır' dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, gitmemiş. Orada duruyordu. 'Bir şey mi var' dedim. 'Yok' dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. 'Allah'a ısmarladık' dedi, koşar adımlarla indi.
Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Onu son görüşümdü."
Mehmet Hoca, Urfa'dan Gaziantep'e gideceği günün gecesini
Bayram Acar, Hasbi Hoca ve Memduh Hoca'yla birlikte geçirir.
Sohbette, günümüzde, günahların insanı her taraftan sardığından, ihlas ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından dert yanılır. Bayram Acar, "Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi." der. "
Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki!" denilince, Mehmet Hoca'nın verdiği
cevap şu olur: Ancak yanar kül olursak cennete gireriz.
Sabah üç
arabayla yola çıkılır. Urfa'yı 14 km geçildikten sonra Mehmet Hoca önde giden arabasını durdurur. Yorgun olduğunu söyler. Ortadaki araca geçer. Kısa bir süre sonra içinde Mehmet Özyurt Hoca'nın da olduğu araba bir tankerle çarpışır. Yanan araçta Mehmet Hoca ile birlikte Bayram Acar, Hasbi Hoca ve Memduh Hoca da hayatını kaybeder. Şehadet parmağı dışında her yeri yanar. Daha sonra bu gönül insanı doğduğu yere gömülür.
EŞİ ŞÜKRİYE HANIM: SECDEYE GİDERKEN SAPSARI KESİLİRDİ
Diyarbakır'da evimize ekmeğin zor girdiği günlerdi. Öğrencilere yardım Diyarbakır'da azdı. İstanbul'dan 3 top
kumaş gelmişti. Öğrencilerin kaldığı eve perde dikilecekti. Benim de bir namazlık eteğim yoktu. Kumaştan bir parça aldım. Komşuya diktirmesi için rica ettim. Mehmet Hoca öğrenince bana, "Allah'tan korkmadım mı, o hizmetin değil mi?" dedi. Ben de, 'Biz de hizmetin değil miyiz?' dedim. 'Kesinlikle olmaz. Sen arkadaşına
telefon aç, onu sofra bezi yapsın. Dershaneye vereceğim.' dedi. Bu kadar hassastı. Hatta bir defasında eve pakette
baklava geldi. Bir hafta açmadım. Bozuldu. O da 'niye açmadın' dediğinde 'Sen kızıyorsun' dedim.' Namaza durduğu
vakit ben ona bakamazdım. Sanki ağlıyor gibiydi. Secdeye giderken sapsarı kesilirdi. Her namazı böyleydi. Geceleri çok az uyurdu. Teheccüdü hiç kaçırmazdı. 'Ben eşimle baş başa hiç çay içmedim. İstanbul'da aldığı
porselen demlik ile iki tane çay bardağı vardı. Çay içmek nasip olmadı. Hâlâ duruyor. Son gün evden çıkarken bana 'Ben de o çayı içmeyi çok istedim. Allah belki burada içirseydi orada içirmeyecekti. Belki orada içeceğiz.' demişti.
YAKIN ARKADAŞLARI ANLATIYOR
Sami Çizginer:
Onun sevgisi, duruşu, ilmi, asaleti ve mütevazılığı bizi ona yaklaştırdı. İlk tanıştığımızda Büyük Cami'ye Hocaefendi'yi ziyarete gitmiştim. Kendisi pek duygulu, vakarlı bir
akşam namazı kıldırdı. Hocaefendi'nin odasında tanıştık. Ondan sonra da dostluğumuz devam etti. 1983'te Medrese-i Yusufiye'de de beraberdik. Mehmet Hocamın farkı alçak gönüllülüğüdür. Hiç kimseyi ayırmaz, kimsenin hakkında konuşmazdı. Hocaefendi Bornova'da vaazlara başladığında onda ayrı bir telaş olurdu. Sanki bir bayram havasıydı. Sohbet öncesi her bakımdan
hazırlık yapardı. Herkesin durumuna göre konuşurdu. Gelen insanlara mutlaka ikramda bulunurdu. Sadece Diyanet'ten para almasına rağmen, eli boldu. Hizmetteki devamlılığı takdire şayandı. Gecesi gündüzü hizmet aşkıyla doluydu. Vefası ayrı bir takdir toplardı. Bir defasında Ankara'da
ameliyat olacaktım. Diyarbakır'da telefonumu bulmuş. Hemen beni aradı. 'Ameliyat olmaya karar vermişsin. Beni kardeş olarak kabul edersen ilk kanı ben vereceğim. Kan gruplarımız aynı.' dedi. Uçağa atladı geldi. İlk kanımı o verdi.
Yılmaz Subaşı:
Kendisiyle yurtiçi gezilerine giderdik. 9 gün arabada yattığımızı hatırlarım. Bir gün Rize'ye gittik. Akşam namazı sonunda bir sohbet yaptı.
İmam dâhil herkes ağladı. Daha sonra kaldığımız yere onları davet ettik. Herkes akın akın geliyordu. İlk gittiğimizde bir çabanın olmadığı Rize'ye, iki üç yıl sonra gittiğimizde her şeyin değiştiğini gördük. Bir
yolculuk öncesi Mehmet Hoca bir kutu
Sızıntı dergisini arabaya koydu. Yola çıktık. 1980 öncesi yollar tehlikeliydi. Karadeniz'de polis bizi durdurdu. Üzerimizi aradı. Mehmet Hocam bize, 'Allah'ın izniyle bir şey olmaz' diyordu.
Polisler araçta Sızıntı'yı görünce bizi serbest bıraktı. Yolumuza devam ettik.
Naim Sarıcalı:
Çok farklı bir imamdı. İnsan psikolojisini çok iyi biliyordu. 1980'lerde Bornova'da bizi tutan kişiydi. Ondaki faziletleri görünce eksikliklerimizi daha çok fark ettik. Herkesle ilgilenirdi. Camideki görevi biter bitmez, insanları bir araya toplar, Hak ve hakikati anlatırdı. Birlikte
seyahat yapardık. Mutlaka yeni bir kişiyi bu seyahatlere götürür, onunla ilgilenirdi. Öğrencilerin kaldığı evlere bizi götürürdü. Karşılıksız verme duygusunu ondan öğrendik. Görevli olarak Almanya'ya gitmişti. Çok az kişiyle görüşebilmiş. En sonunda 'onlar camiye gelmiyorlarsa biz onların ayağına gideriz.' demiş ve meyhaneyi ziyaret etmişler. İnsanlara orada anlatmışlar. Ve onları, 'biz geldik sıra sizde' diyerek camiye davet etmiş. O insanlar birkaç gün sonra sohbet dinlemeye gelmiş. İçlerinden sözü dinlenen biri 65 yaşında hidayete ermiş.
İbrahim
Öztürk (İslam Enstitüsü’nden okul arkadaşı):
1973-1974 yılında ilk sene aynı evde kaldık. Mehmet Abi evde sürekli ilimle irfanla meşguldü. Önünde sürekli kitap bulunuyordu. Okumayla meşguldü. Uykusu azdı. Sık sık sohbet ederdi. Yarım saat uyur, kalkar ilimle meşgul olurdu.
Rıfat Bakan:
Mehmet Hoca bize bu işin aşk ve şevkini anlatan kişidir. Onun sayesinde evlerimizi bu işlere açtık. Hamdolsun haftalık gelirdi. Bir misafiri gelse bana getirirdi. İnsanlığı birinci dereceden hocamdan öğrendiysem, ikinci derecede Mehmet hocamdan öğrendim. Fedakarlığı, alicenaplığı, cömertliği, misafir karşılamayı ve misafir uğurlamayı ondan öğrendik.