Yazmıştım ama tekrarda fayda var: Biz asıl
Cumhuriyet döneminde Batı’dan koptuk!
Şaşırdınız kuşkusuz. ‘Nasıl olur?’ dediniz belki de, ‘onca Batılılaşma gayretleri ortadayken bunu nasıl iddia edebilirsiniz? Şapka ve kılık kıyafetten tutun da medeni hukuka, saat ve takvime kadar
Avrupa’dan alınmadık bir şey kalmamışken nasıl olur da kalkıp ‘Biz asıl Cumhuriyet döneminde Batı’dan koptuk!’ iddiasında bulunma cüretini gösterebiliyorsunuz?’
Bir kere söylem ile
eylem arasında derin bir fark olduğunu belirtmem lazım. Evet, muasır
medeniyetin Avrupa medeniyeti olduğuna dair çok sayıda beyanatla karşı karşıyayız. Bunlar bizzat
Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’nın ağzından çıkmıştır ve o devirde pek çok aydın tarafından da paylaşılmıştır. (Tabii aynı çevrede yer alıp da Yahya Kemal gibi bu tezi paylaşmayanlar da mevcuttu.)
Ne var ki, iş icraata geldi mi, mesele değişir. Uygulamada kendi toplumsal ve kültürel ufku, inkılapçıların hareket sahasını daraltır. Nitekim Medeni Kanun yapılırken Avrupa’daki en muhafazakâr hukuk sistemine sahip ülkelerden
İsviçre’nin
model seçilmesi epeyce manidardır. Biliyorsunuz, Katolik İsviçre kadınlara seçme ve seçilme hakkını yalnız Avrupa’da değil, dünyada en geç tanımış ülkedir. İskandinav ülkelerinden veya
Fransa’dan değil, medeni hukukta tutuculuk bakımından toplumsal yapımıza en yakın örnek olan İsviçre’nin seçilmesi Batıcılığımızın da ‘seçmece’ olduğunun en güçlü kanıtı oluyor.
Demek ki,
masa başında “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşma veya üstüne çıkma nutukları çekilse de, iş icraata gelince sanıldığı kadar radikal adımlar atılamıyor, Nitekim Prof.
Ergun Özbudun, Kemalizmin Türk toplumunu tamamen değil, kısmen değiştirmeye yöneldiğini söylerken aynı noktaya
parmak basıyordu. Yani
Atatürk İnkılaplarının, zannedildiği kadar, mesela
Sovyetler Birliği tecrübesi nispetinde bir topyekün değişimi olmayıp Batılılaşma veya Çağdaşlaşma projesinin meçhul bir ütopyaya göre değil, pratikteki ihtiyaçlara ve eldeki şartlara göre yürütüldüğünü söylemek gerekiyor.
Bugün size 1930’lara doğru yoğunluğu giderek artan “kültür devrimleri”nden, özellikle de “
müzik devrimi”nden ve çarpıcı sonucundan söz edeceğim.
Önce bir soru: “Müzik devrimi” neyi amaçlamıştı? 1926’da
Türk musikisi öğretimi resmi kurumlardan kaldırılmıştı; 1934’te ise asıl
darbe gelecek, radyodan alaturka musiki çalınması yasaklanacaktı. Peki neydi amaç? Asıl müzik, Batı müziğidir, Türk musikisi tek seslidir ve medeni dünyanın seviyesinden geridedir. Öyleyse nasıl kılık kıyafetimizi veya Arap harflerini değiştirerek muasır medeniyet karşısında içine düştüğümüz aşağılık kompleksinden kurtulduksa, aynı şekilde “geri ve ilkel” musikiyi terk edersek medeni milletler dairesine kabul edilmemiz mümkün olur diye düşünülmüştü. Böylece ne oldu? Müzikolog Bülent Aksoy’un deyişiyle bir kere daha “ideoloji”, “kültür”e
baskın çıktı.
Halbuki esas mesele, müziği alafranga veya alaturka diye ortadan ikiye bölüp halkı birincisini ‘çağdaş müzik’ olarak kabule zorlamak ve ikincisinden uzaklaştırmak değil, kaliteli müziğin üretilmesi olarak konulsaydı, yine kültür galip gelecek ve belki de asıl başarılmak istenen yeni Türk müziği sentezi, bu iki kültürel
üretim geleneğinin etkileşiminden zuhur edecekti. Aksoy’un deyişiyle, bu yaklaşım güzel bir ağır semai ile basit bir şark ezgisini aynı kalıba koyma yanlışına düşerken, öbür yandan güzel bir konçerto ile basit bir dans ezgisini de eşitlemiş oluyordu. Böylece ne oluyordu? Dede Efendi ile meyhanedeki udi,
Mozart’la bardaki kemancı aynı kalıba oturtuluyor, birinciler alaturka denilerek sahneden diskalifiye ediliyor, ikinciler hangi seviyeden olursa olsun baş tacı ediliyordu.
Herhalde müziğe ideoloji karıştığında ne büyük facialara yol açtığına bundan iyi bir kafa karışıklığı örneği bulunamazdı.
İstanbul Belediyesi tarafından 1932 yılı sonlarına doğru konservatuvarı
ıslah maksadıyla çağrılan
Viyana Müzik Yüksek Okulu rektörü Joseph Marx, raporunda yöneticilerimizi şu acı sözlerle uyarıyordu:
“Milliyetsiz büyük sanat yoktur.
Vatan toprağına ve vatan sesine bağlılık mutlaka lazımdır. Yoksa sanat kıymetsiz, kansız bir özentiye
döner… Milli özelliği pek bozmadan Avrupa musiki tekniğini millete mal edecek surette musiki
propagandasını kuvvetle yürütmenin tam zamanıdır.”
Marx ‘propaganda’ derken ideolojik
beyin yıkama ve yasaklama faaliyetinden söz etmiyor. Müziğin kaliteli hale getirilmesi için mesela orkestraların halka belirli günlerde konserler vermesi veya meyhanelerden alınacak verginin artırılması, böylece kaliteli müzik dinleyecek kitlenin buralara yönelmesini temin gibi tamamen müzik içi bir propagandayı kastediyor.
Belki de Marx’ın bu sözünü yanlış anladı yöneticilerimiz ve Batı müziğinin propagandasına, hatta dayatmasına soyundular. Üstelik onun İstanbul’daki bir konferansında dile getirdiği fikirleri hiç umursamadan:
“Türk musikisi Avrupa musikisinin tekniğinden faydalanacak, fakat milli hususiyetlerinden hiçbir şey kaybetmeyecektir… Türk musikisi gerek millî kaynaklardan, gerek Avrupa kaynaklarından kuvvet alarak kendi kendine büyümelidir.”
Oysa bakın Onuncu Yıl Marşı’nın bestecisi
Cemal Reşit Rey, 1950 yılında “Akşam” gazetesinde çıkan röportajında neler söylemiş. İbretle okuyalım:
“Tek sesli musikiyi Garba sevdirmek zordur. Zira Garplılar bu musikiden pek hoşlanmaz, hatta onu biraz iptidaî [ilkel] bulurlar. Bu musikiyi Garba sevdirmek için en güzel örneklerini Garp lisanlarile cazip bir şekilde izah ederek ve Garba has bir titizlikle hazırlayarak radyodan dinletmek lazımdır.”
Elin Marx’ı Türk musikisinin çok sesli hale getirilmesinin feci bir hata olacağını söylerken, Bay Rey, bütün derdini ‘ilkel’ müziğimizi Batılılara sevdirmek şeklinde koymuş. Bir müzik eserinin niteliği mi önemlidir, yoksa Batılıların hoşlanması mı?
İşte yolunu böyle belirlemiş olan
Cemal Reşit Rey, Onuncu Yıl Marşı’nı bestelerken de, aynı tarzda hareket edecektir. Ancak hâlâ söylenen Onuncu Yıl Marşı bestesinin Batı müziği tarihinin pek fazla bilinmeyen bir operasından alıntı, hatta çalıntı olduğu iddiası
TBMM kürsülerinden “Musiki Mecmuası” satırlarına kadar taşacaktır.
Zaman-Pazar