Enstrümanların yakarır gibi çınladığı geniş anların ortasındaki kısa boşluklarda, iki nota arasındaki kısacık molalarda adeta Davis'in ruhu hissediliyordu.
Bir müzisyeni, yazarı, sanatçıyı
anma çabası meşakkatlidir. Genellikle onu değil de sevenlerini memnun etmeye çalışırlar. Bu anılan kişiyi
doğal ikliminden de biraz uzaklaştırır, zira kıymetli olan yaptıklarını tekrarlamak değil, onu kalıcı kılmak için yeniden yorumlayabilmektir.
Açık havada Miles Davis'i anmak için düzenlenen 'Tribute to Miles' konserini izlemeye giderken daha evvel dinleme fırsatı bulduğum üç muhteşem müzisyenin (Marcus
Miller, Wayne Shorter ve Herbie Hancock) Davis'i arzulandığı gibi anacağını biliyordum.
Yanılmamışım. Onlara eşlik eden iki
genç yetenekle birlikte (Sean Jones, Sean Rickman) efsanevi müzisyenin hayatlarındaki karşılığını, Davis'in yorumunu
taklit etme tuzağına düşmeden aktardılar.
Arada seyirciyle konuşan Miller, "Miles Davis öleli yirmi yıl olmuş, diye hatırlattığımda ben dahil herkes şaşırıyor." dedi. Doğrusu ben de irkildim. O
İstanbul'a geldiğinde kardeşim neredeyse bebekti, ben çocuk, babam genç. onu izlerken çok etkilenmiştik.
Yine öyle martılar ve ucundan ısırılmış neşeli bir ay, göz kırpan yıldızlar eşlik ediyordu konser gecesine. Müziği doğal bir
ritim sezgisiyle hissetmenin ve paylaşmanın ona Tanrı'nın bir armağanı olduğunu söylemek istiyordu sanki. Karanlığın içindeki ıssızlıkta kendisine bahşedilen bu yeteneğin muhteşem sesi yankılanıyordu.
O müziği gibi doğal bir tempoyla akan otobiyografisine "
Çocukluğumdan hatırlayabildiğim ilk şey bir alev,
mavi bir alev. O ateş hâlâ belleğimde bir
müzik kadar berrak. Ama aslında ben geriye bakmayı pek sevmem." diye başlar. Doğru, o hep ileriye bakıyordu, Miller da hepimize bunu hatırlattı zaten.
Onca yıl sonra enstrümanların onun 'yenilikçi' ruhuna eşlik ettiği başka bir gece, Miller'ın "delilikle dâhiliğin ince çizgisinde yaşardı" dediği büyük bir müzisyenin çocuk yüzünü gördüm sahnede. Yıllarca bir
yaşam tarzını, yorulmaya direnen müzik kültürünü, hayallerini paylaştıkları bir 'dostu', müziğin saf tınılarıyla anlattılar.
Miller, Davis'i sahnede anmanın müziklerini hatırlatmaktan ibaret olmadığını söylüyordu. Davis'in ruhu izleyicinin içinde,
kalp ritminde dolaşıyordu zaten. Biz sadece onu hakkıyla anmak için bir araya gelmiş 'kardeş müzik tutkunları'ydık.
Enstrümanların yakarır gibi çınladığı geniş anların ortasındaki kısa boşluklarda, iki nota arasındaki kısacık molalarda Miles Davis'in ruhu hissediliyordu. O, "Müzik, bir zamanlama sanatıdır, çaldığın her şeyi ritmik çalmak zorundasın." der ve müziğini karmaşık olarak niteleyenlere, "Onlar öyle sanabilir ama ben basit müzik severim." diye dalgasını geçer.
O eleştirmenlerden, kendini tekrar eden müzisyenlerden, değişime karşı çıkanlardan şikâyet eder. Anılarında sık sık zor ve yeni işlerin kendisine enerji verdiğini söylüyor. Ve her zaman işe yarayan bir konser prensibinden bahsediyor: "Alkışın sönmesini bekleme; üstüne git, yeni bir parçaya gir. Ben öyle yaparım, parçanın başında çuvallamışsan bile farkında olmazlar zaten, alkışlıyorlardır çünkü. Dünyanın her yerinde tutar bu konser düzeni. Önemli olan budur, eleştirmenlerin görüşü değil. Sizi dinlemeye gelenlerin gizli bir ajandaları yoktur, parayı bastırıp iyi müzik dinlemeye gelirler. Memnun değillerse bunu belli ederler, hem de anında."
Miles Davis'in genç müzisyenlere bıraktığı en önemli
miras, doğaçlama yapanın kendine duyması gereken güven ve 'şeffaf' müzisyen duruşunu sahnede gösterebilme yeteneğiydi bence.
Kendisini, "Siyah, uzlaşmaz, serinkanlı, u
yanık, sofistike, ultra
temiz ve bunların hepsinden fazlasıydım." diye
tarif eden dâhi adam, müziğiyle özgürleşebilen bir sanatçıydı o. Ruhlara ve birbirlerinin içinde sarmaşık gibi büyüyen hikâyelere inanıyordu. Serseriliğin onu nasıl hırpaladığını gururla anlatır kitabında. Zıtlıklardan beslenmeyi seviyordu. Ölmüş müzisyen dostlarının ziyaretine geldiğini de anlatırmış yakın çevresine.
O gece eve dönerken usul adımlarla bana eşlik eden Miles, çocukluğundan beri ellerinin bir uzantısı gibi taşıdığı 'Summertime'ı çalıyordu trompetiyle. Gelecekten bir yaz gününü müjdeliyordu ruhunun yanık sesi. Ansızın
Akdeniz kuşları kanatlandı üstümüzden.
Sonra eğilip kulağıma fısıldadı: "Ne güzel andılar değil mi beni bu gece? Onlarla beraber çaldıklarımız havada bir yerlerde asılı kalmış olmalı. Sonsuza kadar
seyahat edecek sesler üfledik biz kâinata."