İyi niyet, olumlu düşünce ve güzel görüş manalarına gelen hüsn-ü zan, insanın iç saffetinin ve hayırhahlığının bir göstergesidir.
Şahıslar ve olaylar hakkında değerlendirmelerde bulunurken, olabildiğince iyi niyetli davranmak ve her hâdiseyi hayra yormak sâlih bir mü'minin şe'nidir.
Biri hakkında kötü düşüncelere sahip olmaya ise "sû-i zan" denir. Cenâb-ı Hak, bir
ayet-i kerimede, sû-i zannın çirkinliğini ifade sadedinde, "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın." (Hucurât, 49/12) buyurmuştur.
Allah Resûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) da, "Zandan kaçının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüste bulunmayın, birbirinizin gizliliklerini araştırmayın, birbirinizin sözlerine
kulak kabartmayın, birbirinizle rekabete girişmeyin, birbirinizi çekememezlik etmeyin, birbirinize karşı kin gütmeyin ve sırtınızı dönmeyin; ey Allah'ın kulları kardeşler olun!" demiş; tecessüsten, sû-i zandan ve kardeşliği zedeleyecek her türlü davranıştan uzak durmak gerektiğini ikaz etmiştir.
Bir insan, gözüne mü'min kardeşiyle alakalı bir çirkinlik iliştiği zaman, tecessüs, teşhis ve tesbit peşine düşmeden, o sevimsiz fotoğraflar gönlüne akarak fuad kazanında eriyip bir hüküm kalıbına girmeden, hemen sırtını dönüp oradan uzaklaşmalı; "Allah'ım günahkâr kullarını hidayete erdir, beni de affet!.." demeli ve gördüğünü de unutmalıdır.
Aksi halde, o günahı işleyen kimse bir kere düşmüş olsa bile anında doğrulup
tevbe kurnasına koşmuş, günahlarını gözyaşlarıyla yıkamış ve affedilmiş olabilir; fakat ona şahitlik eden ve tecessüsle meseleyi derinleştiren şahıs, hadiseyi her hatırlayışında o çirkin fiili düşündüğünden dolayı
zihin kirliliğinden bir türlü kurtulamaz ve sû-i zannın tahribatından azâde olamaz.
Dahası,
toplum düzeni ve asayişin temini açısından hukukî şahitliğin belli bir önemi ve yeri varsa bile, İslam'da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Mehâsin-i ahlak kuralları içinde başkalarının kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcup düşürme şeklinde bir madde yer almamaktadır. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapmak, günahları açığa vurmak ve insanları tahkir etmek dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.
Bu itibarla da, bir insanın üzerinde on tane nifak belirtisi, bir tane de iman emaresi olsa, biz yine o insan hakkında elimizden geldiğince hüsn-ü zan etmek mecburiyetindeyiz. Evet, o şahıs, söz konusu mezmum sıfatlarından dolayı kendi hesabına çok korkmalı ve akıbetinden endişe etmelidir; ancak, biz, kat'iyen onun hakkında münafık hükmüne varmamalıyız; sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmayı seçmeliyiz. Tabii ki, iman hizmetinin ve umumun hukukunu gözeterek, üzerinde nifak alâmeti bulunan insanlara bir kısım vazife ve sorumluluklar verip vermeme hususunda daha temkinli olabiliriz.
Töhmet mahallinde bulunmaktan sakının!..
Ayrıca, her zaman hüsn-ü zanda bulunmak bir esas olduğu gibi, başkalarını sû-i zanna sevk edebilecek davranışlardan uzak durmak da çok önemli bir düsturdur. Bazı insanlar, haklarında çirkin düşüncelere sebebiyet verebilecek hal ve hareketlerden gerektiği ölçüde kaçınmıyorlar; yeme-içmeleri, yatıp kalkmaları, iş hayatları, kazançları ve beşerî münasebetleri açısından tenkit edilebilecek tavır ve davranışlar sergiliyorlar. Dolayısıyla, sû-i zanna açık fıtratlarda kötü duyguları ve çirkin mülahazaları tetikliyorlar. Oysa hep hüsn-ü zanna bağlı yaşamanın yanı sıra, herkesin kendi durumunu gözden geçirmesi ve sû-i zan uyaracak hallerden sakınması da icap etmektedir.
Evet, töhmete yol açabilecek hususları, hususiyle de günümüzde tasvip etmek kat'iyen mümkün değildir. Çünkü, bugün ferdîlikten ziyade şahs-ı manevî söz konusudur. Her Müslüman'ın tavır ve davranışının şahs-ı maneviye ve bütün mü'minlere mal edilmesi mevzubahistir. Bundan dolayı, çok önemli gördüğüm dualardan biri de, "Allah'ım bizim tavır ve davranışlarımızdan dolayı kardeşlerimizi yere baktırma, şahsî hatalarımızla onları utandırma!.." yakarışıdır. Zira şimdilerde tek ferdin yakışıksız bir hareketi bütün inananlara
kredi kaybettirebilmektedir; tutarsız davranışlar sergileyen bir insan, bütün Müslümanları zan altında bırakmaktadır.
Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in itikafta olduğu bir gün, Safiyye validemiz (radıyallahu anha) kendisini ziyaret etmiş ve bir müddet İnsanlığın İftihar Tablosu'nun yanında kaldıktan sonra hanesine dönmek üzere müsaade istemişti. Nezaket âbidesi Allah Resûlü, muhtereme zevcesini uğurlamak için onunla beraber dışarıya çıkmıştı ki, o esnada bir-iki sahabî yanlarından geçmiş, kendilerini görmüş ama hiç duraklamadan oradan uzaklaşmaya meyletmişlerdi. İki Cihan Serveri, derhal onları durdurmuş ve Safiyye validemizin yüzünü açarak, "Bakın, bu benim hanımım Safiyye'dir" demişti. Bunun üzerine, o sahabîler büyük bir mahcubiyet içinde, "Maazallah, yâ Resûlallah! Sizin hakkınızda nasıl kötü düşünülebilir ki?" mukabelesinde bulunmuşlardı. Rehber-i Ekmel Efendimiz'in cevabı şöyle olmuştu: "Şeytan, insanın kan damarlarında sürekli dolaşır durur!"
Evet,
şeytan, insanla bu kadar içli dışlı olduğuna göre zihne pek çok şüphe ve vesvese atabilir; en nezih kimseleri hiç olmayacak şekillerde sû-i zanna sürükleyebilir. Öyleyse, insan hem her zaman hüsn-ü zanna bağlı kalmaya çalışmalı hem de sû-i zanna sebebiyet verebilecek hallerden fersah fersah uzak durmalı ve hep temkinli yaşamalıdır.
ÖZETLE
1- İyi niyet, olumlu düşünce ve güzel görüş manalarına gelen hüsn-ü zan, insanın iç saffetinin ve hayırhahlığının bir göstergesidir. Hüsn-ü zan, salih bir mü'minin en belirgin vasfıdır.
2- Her insan kendi hesabına çok korkmalı, akıbetinden endişe etmelidir; ancak, başkaları hakkında olumsuz düşünmemeliyiz; sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmayı seçmeliyiz.
3- Hassas bir mü'min hem her zaman hüsn-ü zanna bağlı kalmaya çalışmalı hem de sû-i zanna sebebiyet verebilecek hallerden fersah fersah uzak durmalı ve hep temkinli yaşamalıdır.