İnsanı tökezleten sebeplerden 5'i

[Kürsü] Kulluk yolu imtihanlarla doludur.

İnsanı tökezleten sebeplerden 5'i

Kulluk, bir irade işidir. İnsanın, isteme-dileme, arzu ve isteklerinin gerçekleştirilip ortaya konma yeteneği veya onun, iki şeyden birini tercih etmesi manalarına gelen irade, bizim beşerî boşluklarımızı dolduran önemli bir dinamiktir. İrade insanı ise, bu dinamiği en güzel şekilde kullanan, düşünceleri dupduru ve pürüzsüz, yaşatma arzusuyla maddî-manevî bütün füyûzat hislerinden vazgeçmeye kararlı, şöhret, makam-mansıp arzusu, ikbal hırsı ve istikbal endişesi gibi insan ruhunu felç eden marazlardan uzak bir yiğittir. İçtimaî ruhu uyan-dıran ve kitleleri irşad edip insanlığa yükselten irade insanı hiç sürçmez demek değildir. Zaman zaman, en cins atlarda bile görüldüğü gibi onun da tökezlediği olur. Tökezleten sebeplerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: 1- RAHATA DÜŞKÜNLÜK Tökezleme sebeplerinin başında gelir rahata düşkünlük (tenperverlik). Akyolun yolcusu irade insanı, niyetinde sadece Allah rızası olan ve rahat ve rehavete karşı kararlı bulunan bir bahtiyardır ve bu talihlilerin başında da hiç şüphesiz Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gelmektedir. Aişe validemiz'in (radiyallâhu anha), ifade ettiği şu sözler, kâinât yüzü suyu hürmetine yaratılan O zatın yaşadığı hayatı aksettirme adına çok önemlidir: "Bazen 2-3 gün geçerdi de evimizdeki ocak yanmaz ve su kaynamazdı. Bir gün kız kardeşimin oğlu Urve İbn Zübeyr, "Halacığım! Ne yiyip, ne içiyordunuz?" dedi. Ben de, "İki siyah; bir su, bir de hurma" dedim." Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman tene ve tenperverliğe takılıp kalmamış, açlıktan bayılırken, dudakları susuzluktan kavrulurken bile, önüne çıkan bütün sıkıntıları iradesiyle aşmış ve Allah'ın inayet ve keremiyle hedeflediği noktaya ulaşmıştır. Nebiler Serveri'nin arkadaşları da hep O'nun yolundan yürümüş, her zaman rahat ve rehavetten uzak durmuş ve davaları uğrunda, sahip oldukları maddi-manevi bütün varlıklarını feda etmişlerdi. İşte o Sahabilerden birisi de hiç şüphesiz şairin "Dini omuzları üzerinde kurdu ve yükseltti ha yükseltti; sonra da İslam Müslümanların yüzüne gülmeden çekip gitti." ifadeleriyle destanlaştırdığı Hz. Mus'ab bin Umeyr'dir. Hz. Mus'ab, Mekke'nin en zengin ailelerinden birinin çocuğuydu. İslam'ı seçtiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. İşte bu görkemli ve gökçek yüzlü delikanlı, bir gün Habbab bin Eret vesilesiyle hakikate gözlerini açtı ve birden bire değişiverdi. Bu temiz fıtrat, gençlik duygularının en hararetli olduğu bir dönemde, dünyanın bütün cazibedar güzelliklerini elinin tersiyle itmiş; annesi, dayısı tarafından türlü türlü eza ve cefalara maruz kaldığı halde, Uhud'da şehit düşeceği ana kadar bir lahza olsun Efendimiz'in yanından ayrılmamıştı. Evet Mus'ab, "çetin olma ve aşılamayan tepe" manasına gelen ismiyle müsemma bir şahsiyet olarak, önüne çıkan bütün engelleri aşmış ve bu uğurda hiçbir şeye takılmadan hayatını şehadetle noktalamıştı. 2- ŞÖHRET TUTKUSU Hubb-u cah; makam arzusu ve şöhret düşkünlüğü demektir ve kalbin üzerine zift çekip, ruhu felç eden kötü hasletlerdendir. Bediüzzaman Hazretleri, gönlüne böyle bir virüs bulaştırmış talihsizlere şöyle seslenir: "Şöhret, zehirli bala benzer. Eğer o belaya düşersen 'Biz Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz' (Bakara Sûresi, 2/156) de ve kurtul." Evet, Hz. Ömer'in ifadesiyle, "Allah, bizi diniyle şerefli kılmıştır." Bunun dışında başka bir şeref aramak beyhudedir. Zaten irade insanları, Allah'a intisap etmenin dışında herhangi bir şan u şerefe de iltifat etmezler. Hz. Ebu Bekir yurdunu, yuvasını terk ederek Medine'ye gelmiş, burada şehrin içinde oturabileceği bir arsa bulamamış ve "Sunh" isimli bir kenar mahallede oturmuştur. Dahası o, tam on yıl izzet, gurur, şan ve şeref demeden komşularının koyunlarını sağarak geçimini temin etmiştir. Efendimiz'den sonra halife olarak seçilmiş; bugünkü Türkiye'nin dört-beş katı büyüklüğünde bir ülkeyi çok iyi yönetmiş, bunu yaparken de yine Sunh'daki evinde kalmış ve belli bir süre daha komşularının koyunlarını sağmaya devam etmiştir. Hz. Ebu Bekir, Allah Resûlü'nün halifesiydi ve o, gerçek izzet ü şerefi, geçimini el emeğiyle kazanarak sürdürmekte görüyordu. 3- İZZET VE GURUR İrade insanını tehdit eden diğer bir mânia ise izzet ve gururdur. İnsanlar içine "örnek bir insan" modeli olarak gönderilen peygamberler ve onların izinden giden irade kahramanları "onurum ve şerefim" dememiş ve hiçbir zaman şahsî izzetlerine, gururlarına takılmamışlardır. Nebiler Serveri'ne: "Sen bizim seyyidimizsin" diyenlere karşı O, "Hayır. Bizim seyyidimiz Hz. İbrahim'dir" buyurmuş ve öyle bir pâyeden hep uzak durmuştur. Aslında O'nun , efendiler efendisidir ve bütün enbiyanın yanında, Hz. İbrahim'in de seyyididir. Zira Hz. İbrahim, Allah Resûlü'nün çekirdeğidir. Efendimiz, o çekirdeğin ağacının meyvesidir. Ancak O'nun, Hz. İbrahim'in (aleyhisselam) söz konusu edildiği yerde, edeb ve terbiyesinin gereği kendisine "seyyid" dedirtmemiştir. Hz. İbrahim'in görmediği hakaret, çekmediği meşakkat, uğramadığı bela ve musibet kalmamış; ateşler içine atılmış, ne hakaretlere maruz kalmış, zevcesine el uzatılmak istenmiş; ama o büyük nebi, "izzetime dokundu" dememiş ve yüce davasını tebliğden bir an olsun geri durmamıştır. Evet, Nebiler Serveri, insanlığı ateşten kurtarmak için gelmiş ve bu en yüce duyguyla kendi ailesine iftira edenlerin cenazelerine dahi iştirak etmiş ve "Allah, 70 defa istiğfar etsen de onu affetmeyeceğini ferman ediyor. Ben 70 defayla onun affedileceğini bilsem, ona 70 defa ve ondan da fazla istiğfar ederdim." demiş, o hoşgörü ve müsamaha ile çarpan engin sinesini herkese açtığını bir defa daha göstermiştir. 4- DOYMAK BİLMEYEN ARZULAR İrade insanının önünü kesen manialardan biri de hiç şüphesiz yeme-içme ve bedenin istekleri karşısında dize gelme gibi şehevânî arzu ve isteklerdir. Din davası Hak davasıdır ve hiçbir şeye feda edilmemelidir. Tarih boyunca bu davaya sahip çıkanlar yer yer bazı geçici zevklere takılsalar da, bütün bütün dökülmemişlerdir. İnşaallah, bugünkü altın nesil de midesinin altında kalıp ezilmeyecek ve cesedine yenik düşerek cismaniyeti karşısında iki büklüm olmayacaktır. Yine bu altın nesil, iradesiyle bakırı altın, toprağı polat haline getirecek ve en değersiz şeyleri en değerli cevherler gibi değerlendirecektir. Şimdi müsadenizle, yeniden böyle bir ufkun zirvede temsil edildiği saadet asrına dönelim: Damad-ı Nebi, Haydar-ı Kerrar Hz. Ali (radiyallâhu anh) halife olduğu dönemde İslam devleti, şimdiki Türkiye'nin otuz katı büyüklüğündedir. İslam orduları bir taraftan Mâverâünnehir'de, diğer yandan Çin seddine ulaşmış; beri taraftan da tâ Cebelitârık'a dayanmışlardı. Sınırları böylesine geniş ve adeta o zamanın süper devleti sayılan bu büyük gücün başında bulunan Hz. Ali , kış gününde yazlık elbise giyiyor ve bunun sebebi sorulunca da: "Ben, kendi imkanlarımla ancak bu kadarını temin edebiliyorum" cevabını veriyordu. İşte içtimaî adalet; işte yüksek insan ruhu; işte toplumla bütünleşme, herkesi kendine tercih etme veya başkaları için yaşama diyeceğimiz gerçek adalet düşüncesi..! Hz. Ömer (radiyallâhu anh) devrinde, devamlı mescide gelip giden, ibadet ü taatında derin mi derin, başını yere koyunca güller açan ve seccadesini gözyaşlarıyla ıslatmadan mescidden ayrılmayan bir genç vardır. Bu gencin, birden bire mescitten kesildiğini farkeden Fâruk-u Âzam, gencin nerede olduğunu sorunca, onun vefat ettiğini söylerler. Evine gelip giderken bu gence nasılsa kötü duygulu bir kadın musallat olur; ona takılır ve onu ağına çekmek ister. Genç, bu fettana tam takılmak üzere iken, birden diline "Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler." (A'raf Sûresi, 7/201) ayetinin takıldığını ve bu ayeti tekrar ettiğini hisseder.. ve böyle bir ihsasın vermiş olduğu heyecan ve hacalet içinde kalbi durur ve oracığa yıkılıverir. Hz. Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona şöyle seslenir: "'Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.' (Rahman Sûresi, 55/46) Şimdi sen istediğine girebilirsin." Hz. Ömer sözlerini bitirdikten sonra herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: "Ya Emire'l-Müminîn! Allah bana onun iki katını verdi." 5- KORKU HİSSİ İrade insanını tehdit eden sebeplerden biri de insandaki korku hissidir. Evet, iradenin zafer duygusunu felç eden bir his varsa o da korkudur. Ehl-i dünya, müminlerin bu damarından her zaman istifade etmiştir/etmektedir. Bediüzzaman "İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler ve onunla korkakları gemlendiriyorlar. Evet, bunlar avamın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, onları korkutuyorlar ve evhamlarını tahrik ediyorlar" diyerek bu hakikate işaret eder. İrade insanı, bu tür bir tehdide takılıp kalmadan, Allah'a teslim ve tevekkül içinde, iradesindeki teslim gücüyle mutlaka onu aşmalıdır. Efendimiz Bedir öncesi, Ashabını maddi ve manevi yönden çok iyi motive etmişti. Gözü dönmüş müşrikler, yürüdüğü yolda hep O'nun önünü kesmiş ve kalplere iman taşımasına müsaade etmemişlerdi. Bu sebeple Allah Resûlü ve Ashab'ı, kendilerinden birkaç kat daha büyük bir orduyla savaşmak mecburiyetinde kalmışlardı. Böyle bir muharebe için Muhacirinin gerilimi tam ve yerindeydi. Efendimiz , Ensar'ın da bu mevzuda kanaatini öğrenmek için onlara, "Bana bir işaret ve yol gösterin. Ne yapayım?" demiş; bunun üzerine Ensar'ın ileri gelenlerinden Sa'd İbni Muaz ileri atılarak şunları söylemişti: "Bana öyle geliyor ki bizi kastettin Ya Resûlallah. Biz, İsrailoğulları'nın peygamberlerine dediği gibi "Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturuyoruz" (Mâide Sûresi, 5/24) demeyeceğiz. Biz, sizinle beraber düşmanla yaka paça olup, göğüs göğüse kavga edeceğiz. Ey Allah'ın Resûlü! Sen, Allah'ın dediğine bak ve yolunda yürü, biz Sana tabiyiz. İstediğinle sıla-i rahim yapıp bütünleş. İstediğinle istediğin gibi alakanı kes. İstediğinle sulh ol, istediğine karşı düşmanlık ilan et. Malımızdan istediğini al ve istediğin yere infak eyle. Biz hep Seninle beraber olacağız." Allah Resûlü , Sa'd İbni Muaz'ın bu yürekli tavrı ve bu cesaret dolu sözleri üzerine memnuniyetini izhar sadedinde tebessüm etmişti. Bu tebessüm, aynı zamanda Bedir zaferini muştulayan bir tebessümdü.
<< Önceki Haber İnsanı tökezleten sebeplerden 5'i Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER