'K-r-b" kökünden türeyen "
kurban" kelimesi "yakınlık, yakınlaşma, yaklaşma, bir işi yapma" gibi anlamları ifade eder. Aynı kökten türemeleri dolayısıyla terimin "akraba, karib, kurbiyet, takriben, mukarreb" gibi kelimelerle "yakın akrabalığı" vardır.
Fıkıhta, "
Allah'a
ibadet etmek maksadıyla belirli vakitlerde belirli şartlara sahip
hayvanları usulüne göre kesmek" demektir. Kişiyi, Allah'a yaklaştırdığı için kesilen hayvana "kurban/kurbanlık" denmiştir. Kurban, İslam'ın ilk defa vaz'ettiği bir ibadet değildir, neredeyse bütün kadim kültür ve dinlerde kurban çeşitlerine rastlanmaktadır. Hz. Peygamber (sas), İslam'daki kurbanı "Hz. İbrahim'in sünneti" olarak tanımlamıştır. Bu, Müslümanların hac ibadeti gibi, kurbanı da Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'in tespit ettikleri amaca ve usule uygun olarak yerine getirdiklerini gösterir. Kur'an-ı Kerim, bize ilk kurbanı takdim edenlerin Adem'in iki oğlu, Habil ve
Kabil olduğunu söyler. Aralarında ciddi bir ihtilafa düşünce, Allah'a kurban sunmaya karar verirler. Her ikisi seçtikleri kurbanı sunar, Allah Habil'inkini kabul eder, Kabil'inkini kabul etmez (5/Maide, 27). Buna bir tür "muhakeme usulü" diyebiliriz.
Eski toplumlarda kurbanın anlamı
Eski toplumlarda kurban sunma biçimleri ve sunulan kurban türleri arasında önemli farklılıklara rastlanmaktadır. Tabiat üstü güçlerle bir tür temas kurma biçimi olarak algılanan kurbanın dört amaçla sunulduğunu söylemek mümkün:
1) Bir şeyi elde etmek amacıyla kurban sunmak;
2) Elde edilen şeye şükran duyulduğunu belli etmek üzere kurban sunmak;
3) Bir günahı, bir suçu veya kusuru bağışlamak için kurban sunmak;
4) "Hak kurbanı" adı verilen ilk üründen veya ilk avdan Yüce Varlık'a sunulan kurban.
Hemen hemen bütün
inanç ve kültür havzalarında kurban çeşitli ritüeller eşliğinde sunulur.
Sunulan kurbanlar iki çeşittir: a) Kanı akıtılan hayvan veya insan; b) Takdim edilen
yiyecek, içecek veya değerli
eşya. Kanı akıtılan insan her zaman öldürülmez, mesela Malakka'daki Semangler, şiddetli fırtınaların koptuğu havalarda baldırlarını kesmek suretiyle kan akıtır, böylelikle gazaba geldiklerini düşündükleri tanrıları yatıştırmaya çalışırlardı. Bazı toplumlarda "hak kurbanı" tanrılar yerine kabilenin şefine, krala, rahibe sunulur ve bu genellikle törenler eşliğinde gerçekleşir. Mircea Eliada, bazı efsanelerde kurbanın evrenin
vücut bulmasıyla ilgili olduğunu söyler: "Bir inşaatın, bir tapınağın veya evin ruha bürünmesi, aynı anda hem bir hayat hem de bir ruhun ona verilmiş olması gerekir. Ruh aktarımı ancak kanlı bir kurban verilmesiyle mümkündür."
Eliada, ilginç bir biçimde Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmesini diğerlerinden ve önceki kurban biçimlerinden ayırmak gerektiğini söyler, ama neden ve hangi hususlarda ayrıldığını açıklamaz. Sanki Eliada, bize bunun "sebepsiz yere" olduğunu ima eder gibidir. Eski Ahit'in genel çerçevesinden bakıldığında bu, bir tür İsrailoğulları'nın tarihte "sebepsiz yere" felaketlere uğramasını çağrıştırmaktadır. Doğal olarak insanın aklına şu soru geliyor: Bu durumda Tanrı, İbrahim'e haksızlık etmiş olmuyor mu? Tanrı, İbrahim'den oğlunu kesmesini istedi. Bu emir bir "
öfke ve gazabın sonucu" mu? Öyle ise, bunun geçmişteki heretik inanışlarda görülen insana hiç de hayırhah bakmayan "tanrıların gazabının yatıştırılması" için insan kurban etmeyi öngören pagan teamülleri bayağı andırır tarafı var. Geçmiş din ve inanışlarda durum her ne ise, burada bizi ilgilendiren husus Hz. İbrahim (as)'in biricik oğlunu kurban etmeye kalkışmasıdır. Yorumlar ve maksatlar farklı gözükse de her üç din bu olayın tarihsel hakikatini teyid ve teslim etmektedirler.
Bu olayı, insanın şiddete olan tutkusuyla ve şiddetin en yıkıcı ve gaddar tezahürü olan kan dökücülüğe yatkın fıtratıyla ilişkilendirenler var. Varlık aleminin bu, kendine özgü türünün kan dökücü olduğunu savaşlarla ve
cinayetlerle geçen tarihinden ve bugün hâlâ kan dökmeye devam etmesinden biliyoruz. Hâlâ en büyük ve etkileyici romanların ana konusunun "cinayet" olması tesadüfi olmasa gerek. Daha varlık alanına çıkmadan önce bile melekler tarafından "kan dökücü" (2/Bakara, 30) olarak nitelendirilmişti. Arzulanmasa da insanın kan dökücü vasfı, onun en temeldeki muharrik güçlerinden birini teşkil eder. Bir yerde bu, tarihin çemberini çeviren itici güçlerden biridir.
Kurbanın buradaki rolü şu olabilir mi? Zaman zaman veya bazan belli şartlarda kan akıtma nöbetine tutulmayla malul insan, eğer bir hayvanın kanını akıtırsa, belki kendini tatmin eder, hayvanın kanı insanın kanına bedel olur. Mitolojik anlatımlardan ve pagan inanış biçimlerinden anlıyoruz ki, çoğu zaman insan, kendi adına ve kendi sadizmini tatmin etmek isterken, bunu uydurduğu tanrılar üzerinden yapma yolunu seçmiştir. Bu, cinayeti rasyonalize eden, kabul edilebilir inanç formuna sokan bir meşrulaştırma çabasıdır. Ed Din'in tekrarlanan tebliğleri ve peş peşe gelen
peygamberlerin çabasına rağmen insan ya doğrudan kendi adına ve kendi inisiyatif kullanarak veya kendilerine sadizm ve şiddet yüklediği tanrılar adına kan dökmeye devam etmiştir. Hz. İsmail (as)'in bu tarzda kurban edilmek istenmesi, belki de şiddet ve kan dökücü tanrıların gücünü ve bu yöndeki taleplerini tümüyle ve ebediyen olmasa da, hiç değilse genel anlamda yürürlükten kaldırmıştır. Bu makul bir açıklamadır.
Kurbanda asıl mesele kan akıtmak değil
Ama yine de sormaktan kendimizi alamıyoruz: Koçun kanı İsmail'in kanına bedel olabilir mi? Ben kestirmeden
cevap vereyim:
Hayır. Sebebi gayet açık: Bedel ikamedir. İbrahim, koçu getirip Allah'tan İsmail'e bedel olması için niyazda bulunmadı. İsmail'i kesmek üzere yere yatırdı, kararlıydı, bıçağını çekmişti, İsmail de
babası gibi teslimiyet içinde kaderine rıza göstermişti. Kısaca sınavın başarılmasından sonra koç geldi. Yani koçun kanı insana hayat vermedi. Şu halde asıl mesele "salt kan" veya "kan akıtmak" değildir. Allah'ın ne kana ne ete ihtiyacı vardır, "kan ve et de Allah'a ulaşmaz" (22/Hacc, 37). Öyle olmakla beraber Rene Girard'ın dediği "ikincil sırada bir maksat" olarak tahakkuk etmiştir. Yani gerçekten İsmail'den sonra artık; insan kanı akıtmanın anlamı ve meşruiyeti kalmamıştır. Ama yine de İsmail'i bıçağın altına yatıran İbrahim'in amacı bu değildi.
Bir iki husus daha üzerinde duralım: Kurbanın doğrudan "
rüya" ile bir ilgisi var mı? Psikanaliz hurafelerine inananlar, "baba-oğul ilişkisi"nden hareketle "bilinçaltına inip" orada rüya çözümlemelerinden medet umabilirler. Fakat bunun konumuzu açıklayıcı herhangi bir boyutu yoktur. Olayın "rüya" ile olan ilişkisi İbn Abbas'ın dediği üzere "Peygamberlerin rüya yolu ile vahy alması" ve "Hz. İbrahim'in de rüyasında bu emri almış olması"ndan ibarettir. Peygamberler uyurken de kalpleri uyanık kimselerdir. Yani peygamberlerde "bilinç kayması" olmadığından, bilinç dışı veya bilinç altı -buna
kontrol dışı diyebiliriz- ruhsal durum söz konusu değildir. Bunun psikanaliz çözümlemesi yoktur.
Burada İbn Arabi'nin öne sürdüklerinin de çok tartışmalı olduğunu söyleyebiliriz. Sekiz, dokuz ve onuncu
Zilhicce günlerinde üç gece üst üste rüya gören İbrahim, diğer peygamberler gibi aldığı vahyi kendi öznel yorumuna tabi tutamazdı. İbrahim, ayan beyan bilgiler almıştır. Kur'an, açıkça İbrahim'in rüyasını tasdik etmektedir (37/Saffat, 105.) Hangi peygamber aldığı vahyi yorumlayıp da insanlara öyle sunmuştur ki, İbrahim de öyle yapsın? Vahy nasıl geliyorsa öyle tebliğ edilir. Hz. Yusuf başkalarının rüyalarını tabir ediyordu, ama gördüğü rüyalar geleceğe ilişkin vahyi haberlerdi ve aynen tahakkuk ettiler. Şu halde İbrahim vehme kapılmadı.