Henüz fırsat varken kendi hür iradesi ile iman etmeyen bir inançsızın,
ölüm gelip çattığı ve gözünden perdenin yavaş yavaş kaldırıldığı zaman, İlahî azaba uğrayacağından artık emin olduğu halet-i ye'ste, kendi ihtiyarı ile değil de, korku ve
ümitsizlik sâikiyle iman ettiğini söylemesine "iman-ı ye's" denilir.
Daha önceden iman ettiği halde, günah ve isyandan yakasını kurtaramayan bir fâsıkın tam öleceği sırada günahlarından
tevbe etmesine de "tevbe-i ye's" adı verilir. Konuyla ilgili
ayet-i kerimelerden birinin meali şöyledir: "Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine gelip çattığında "Şimdi gerçekten tevbe ettim!" diyenlerin ve bir de kafir olarak ölenlerin yaptığı tevbe makbul değildir. İşte öyleleri, kendileri için çok acı veren bir azap hazırladığımız kimselerdir." (Nisa, 4/18)
Evet, büyük bir korku ve telaşın yaşandığı hâlet-i ye'ste, o esnadaki çaresizlik sebebiyle küfürden dönerek iman etmek makbul sayılmamıştır. Ne var ki, bu halin başlangıç anının çok iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Genel kabule göre; bu
vakit, hâlet-i nezi'de (can boğaza gelince) artık tamamen dünyadan ümidin kesilmesi ve sayılı nefeslerin tükenmekte olduğunun hissedilmesi zamanıdır. Vefat etmekte olan insan anlar onu; hisseder elinin ayağının çekilmekte olduğunu. Bazıları için öbür alemin perdeleri indirilir,
ahiret kapıları açılır; insan bütün dehşetiyle ölüm ötesini görür. İstisnalar olsa da, çehrede ekşimeler baş gösterir. Bir anda gözünün önünde beliren ötelere ait tablolar karşısında insanın yüz hatları gerilir; el, ayak, yüz ve göz hareketleri
yolculuk telaşını dışa aksettirir. Gayri insan yaşama ümidini tamamen yitirir.
İşte, bir kimse, ölüm emareleri bu derece belirmeden ve can boğazına gelmeden önce, hâlâ bir hayır kesbine imkân bulabileceği bir zaman diliminde aklı başında olarak iman ederse, henüz ye's hali tahakkuk etmemiş sayılır ve o andaki imanı makbul olur. Can çekişme hali başlamadan önce bir ân-ı seyyale bile olsa, kendi hür iradesiyle inanabildiği takdirde onun imanı geçerlidir. Nitekim, Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Ebu Talib'e iman
teklif ettiği an da bu andır. Ebu Talib, bu tekliften sonra, -ekser rivayetlere göre- müşrik dost ve arkadaşlarının zorlamalarıyla "Abdulmuttalip'in dini üzere..." demiştir. Rehber-i Ekmel, ona ölüm döşeğinde olduğu bir anda iman davetinde bulunduğu nazar-ı itibara alınırsa, demek ki, insanın şuuru bütün bütün bulanmadığı sürece, imanın kabul edilmesi için hâlâ bir fırsat vardır.
Fakat, o son fırsatı da değerlendiremeyen bir kimse, üzerinde ölümün emareleri iyice belirip ruhun bedenden ayrılışının şiddetli hali kendisini sardığı ve öbür aleme tam adım atmak üzere olduğu zaman iman ettiğini söylerse, bu, iman-ı ye's kabul edilir.
İmanın sahih olması için, en azından şuurluca "
Allah'ım, hayatımı berbat ettim, ömrümü boş yere geçirdim; fakat, ahirete yürüdüğümü derinden hissettiğim şu dakikada da olsa, artık iman ediyorum!" demek ve sonra da, imanı ifade sadedinde bir sâlih amel ortaya koyacak, bir vakit namaz kılacak kadar bir vakit yaşamış olmak iktiza eder. İmanını beyan ettikten sonra
küçük bir hayır işleyecek kadar dahi vakti kalmamış bir insanın nefsi elinden çıkmış ve iradesi iflas etmiş demektir ki, böyle birinin imanı makbul değildir.
İmanın Kerâmeti
Diğer taraftan, hâlet-i ye's açısından, bir inançsızın iman etmesi ile bir mü'minin tevbesini birbirinden ayırmak ve farklı şekilde değerlendirmek gerekmektedir. İslâm âlimleri ye's halinde iman etmenin geçersiz olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir; fakat, o durumdaki bir fasık mü'minin tevbesinin makbul olup olmadığı konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Genel kanaat, günahkâr bir mü'minin tevbesinin ye's halinde bile makbul olduğu yönündedir.
Evet, ümit ve recâm odur ki, bir mü'min, o dakikaya kadar günah işlemiş olsa da, ölüm döşeğinde ve ahirete ait tabloları görmenin ürpertisini yaşadığı bir anda bile tevbe etse Rahman ü Rahim onun tevbesini kabul buyurur. Çünkü, o tevbenin bir arka planı ve bir nokta-yı istinadı vardır. O insan, daha önceden iman etmiştir, belli ölçüde sâlih amel de yapmıştır; nihayet günahları kalmıştır sırtında, hatta bunlar altından kalkılması çok zor ağırlıkta da olabilir. "Allah'ın meşietine kalmış; dilerse affeder, dilerse de azap eder" hakikati mahfuz, iman sermayesine sahip böyle birisi o esnada Cenâb-ı Hakk'a tevbe ederse, o iman iksiri hürmetine Mevlâ-yı Müteâl onu bağışlayabilir.
Hasılı, can çekişme halinden önce, henüz hayattan ümit kesmeden ve ondan bütün bütün kopmadan küfürden dönmek ve imana yönelmek makbuldür. Ne var ki, bir manada gözler dünyaya kapanıp ukbaya aralanmışsa ve şuurlu imandan sonra bir vakit namazla dahi olsa amel etme imkânı kalmamışsa artık fırsat fevt edilmiş demektir. Bununla beraber, iman etmiş olmasına rağmen fısk u fücurdan bir türlü kurtulamamış kimseler için her zaman bir ümit kapısı açıktır. Nitekim, Mevlâ-yı Müteâl -mealen- şöyle buyurmaktadır: "Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır)." (Zümer, 39/53) Öyleyse, vaktinde iman etmiş kullar için, tevbe mevzuunda hususi bir muamele ve bir himayenin olabileceği Allah'ın rahmetinden ümit edilir.
1- İman adına son fırsatı da değerlendiremeyen bir kimse, üzerinde ölümün emareleri iyice belirdiğinde iman ettiğini söylerse, onun bu imanı makbul sayılmamıştır.
2- İslâm âlimlerinin genel kanaati, günahkâr bir mü'min ye's halinde bile tevbe etse, tevbesinin makbul olabileceği yönündedir.
3- Bir mü'min için tevbe kapısı her an açıktır; ne var ki, insan, altından kalkılmaz hesaplarla ötelere gitmemek için hep temkinli davranmalı, ölüme her an hazırlıklı olmalıdır.