Devrin İktisat Vekili, yani
Ekonomi Bakanı Mahmut Esat [
Bozkurt] Bey,
Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin 30
Kasım 1922 günkü oturumunda yaptığı konuşmada
Yunan işgalinin
faturasını sıcağı sıcağına şöyle değerlendiriyordu: “Kurtulan
Anadolu vilayetlerimizde iki aya yakın devam eden seyahatimde…
Eskişehir,
Afyonkarahisar,
Manisa,
İzmir ve Aydın livaları da dahil olmak üzere dün daha mes’ut ve bahtiyar olan bu memleketlerimizde şimdi bir
yangın harabesinden, bir alay yetimlerden, dullardan, çocuklarının nerede gömülüp kaldığını bilmeyen ak başlı ihtiyarlardan başka kimseye tesadüf edemedim. Bütün köylerimiz, en güzel şehirlerimiz düşman elinde yanmış, yakılmış, bir
enkaz yığını haline getirilmiştir. Dün en güzel yerlerde oturan kardeşlerimiz, bugün izbelerde sürünüyorlar. Milyonlar ve milyonlara baliğ olan bu zararları memurlarımız tespit etmektedirler. Zarar yalnız maddi değildir. Manevî zarar da büyüktür.”
Peki burada sözü edilen zararları kim vermiştir? Sel, deprem gibi bir tabii afetten mi bahsediyor yoksa sayın bakanımız? Neden failini özellikle meçhul bırakıyor, birilerini suçlamıyor? Herkes bildiği için olabilir mi?
Öyle ya, o zaman cümle âlem biliyordu bu maddî ve manevî felaketlerin kimin eseri olduğunu.
Yunanlıların işgal ettikleri Anadolu köy,
kasaba ve şehirlerini yakıp yıktıklarını, kadın ve kızlara
tecavüz ettiklerini, erkekleri toplayıp kurşuna dizdiklerini herkes biliyordu. Hatta Kemalettin Sami Paşa’nın kuvvetleri Manisa’ya girerken, kaçtıkları dağlardan çıplak vaziyette
genç kızlar ve kadınlar koşarak askerlerin önüne çıkıyorlar, bizi kurtarın diye ağlıyorlardı. Herhalde o günlerin havasını en iyi yansıtan yayınlardan birisi Halide Edip, Falih Rıfkı, Asım Us gibi yazarların kalemlerinden çıkma “İzmir’den
Bursa’ya” başlıklı derlemedir.
Peki bu Yunanlılar neden çıkmışlardı İzmir’e? Malum, İngilizlerin desteğiyle ve Anadolu ile
Yunanistan’ı birleştirmek iddiasıyla. Yani “Megali İdea”… Amaç, Büyük Yunanistan’ı kurmaktı.
Ne var ki, bu hülyayı söndürmek pahalıya patlamıştı bize. Neresinden baksanız 10 bine yakın şehit, on binlerce yaralı, dul, yetim ve öksüz, yanmış yıkılmış şehirler. Ve her şeyden önemlisi de, İktisat Vekili’nin de söylediği gibi o korkunç manevî
yıkım.
İşte Münif Fehim’in Yunan gazetelerinde çıkan bir fotoğraftan yola çıkarak çizdiği resimde gördüğümüz gibi, Yunanistan başbakanının yedek
subay olan oğlu Sofokles Venizelos’un Bursa’yı işgal edince ayağının tozuyla Osman
Gazi’nin türbesine gitmesini unutmayacağız. Oğul Venizelos’un, türbenin kapısını tekmeleyerek açtığını, sandukaya çizmesinin mahmuzuyla vurarak “Kalk ey Osman! Karşıma geç de seninle vuruşayım” dediğini biliyoruz. Sonra da bir ayağını sandukanın üzerine koyarak yakışıklı bir “hatıra fotoğrafı” çektirdi.
Savaş bitiminde Yunanlıların Anadolu’ya verdikleri zarar hesaplandığında tam 4 milyar lira gibi korkunç bir fatura çıkarılmıştı. Karşılaştırmanız için söylüyorum: O tarihte piyasadaki toplam para miktarımız sadece 158 milyon lira idi.
Lozan’a giden heyete Yunanlılardan savaş tazminatı almadan dönmemeleri sıkı sıkıya tembihlenmişti. Ancak tek
kuruş alamadığımız gibi, aslında bal gibi
Misak-ı Milli’ye dahil olan Karaağaç’ı bize tazminat diye yutturmuşlardı. İsmet Paşa ise Meclis’te “Ne yapalım, Yunanlıların bu tazminatı ödeyecek kudretleri yok!” diye akla zarar bir
savunma yapmıştı. Sanki Yunanlıların avukatlığını yapmak kendisine kalmış gibi.
İşte İzmir’den denize dökene kadar akla karayı seçtiğimiz bu Yunanlılara Lozan’da Batı
Trakya’yı da bırakmış, böylece
masa başında bir
darbe daha yemiştik. İzmir’i işgal emrini veren
Başbakan Venizelos ise sözünden çıkmayan Lloyd George ile perde arkasından iş bitirmekle meşguldü.
Gazeteci Mecdi Sadettin’e akan kanlar henüz kurumamış ve yangınlar yüreklerde sönmemişken, “Düşmanlıkları unutalım” mesajını veren de Venizelos’tan başkası değildi.
Derken devir değişti, Lozan imzalandı,
Cumhuriyet ilan edildi. 1929’da dış konjonktürün de zorlamasıyla, İngilizlerin Sovyetler’e karşı bir Türk-Yunan yakınlaşmasına ihtiyaç duyduğu bir aşamada iki
ülke arasında gülücükler gidip gelmeye başladı. Nihayet 1930 yılında, yani askerlerini denize döktüğümüzden 8 yıl sonra Venizelos bir heyetle Türkiye’yi ziyarete geldi,
İnönü’yle bir dostluk antlaşması imzaladı. Hatta Yunan Başbakanı’nın gönlü incinmesin diye
Dolmabahçe Sarayı’nda asılı Zonaro’nun tablosundan, yerde ölü yatan Yunan askerlerinin temizlendiğini okumuştum Resimli
Tarih Mecmuası’nda. Ne centilmenlik yarabbi!
Hatta 1933’te Onuncu Yıl Kutlamaları’na, o sırada iktidarda olmamasına rağmen işgalci başı Venizelos ve eşi ‘şeref konuğu’ olarak davet edilmiş ve
Ankara’da
Çankaya dahil, birçok yerde krallar gibi ağırlanmıştır. Binlerce şehidimizin, yaralımızın, dul, yetim ve öksüzümüzün hâlâ tütmekte olan acılarının üzerine kalın bir sünger çekmiş ve dost olduğumuzu bütün dünyaya haykırmıştık.
İyi güzel, dost olalım tabii ki.
Dostluk iyidir. Lazımdır. Eyvallah da, Anadolu’yu manen ve maddeten katletmiş olan Venizelos’u, aradan 10 yıl bile geçmeden affetmek bir yana, bağırlarına basanların, geçmişi unutalım diye nutuk çekenlerin, basın önünde el ele fotoğraf çektirmekte sakınca görmeyenlerin devletin tek kuruşuna el sürmeden sessiz sedasız ortalıktan çekilmiş olan
Sultan Vahdettin’i hâlâ affetmeyişlerindeki derinlerden de derin olan sırrı anlamakta zorlanıyoruz hakikaten.
Kafamız karışıyor: Süleyman
Demirel’in 2005 Temmuz’unda ağzından kaçırdığı, “Daha yüz yıl Vahdettin’in
hain olarak bilinmesinin gerekli olduğu” şeklindeki açıklamanın Lozan’da verildiği söylenen sözlerle bir bağlantısı var mıdır? Böyle değilse Venizelos’u bile affeden bu devletin Vahdettin’i affetmeyişindeki derin gerekçeyi birisi bize açıklamalı değil midir?
MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN PAZAR