Hacı Ata'nın Ardından
Fatih Camii’nin avlusunda son seferin için toplananlar, seni ne kadar tanıyordu bilemem; ama onların seni çok daha yakından tanımalarını isterdim. Duşanbe
Ekonomi Lisesi’ndeki suntayla ikiye bölünmüş odanın sana ait, ahşap dolaptan ve eski iki kanepeden müteşekkil kısmı bile onlara ne kadar çok şey anlatırdı.
Bazen
Türkiye’ye giderdin. Oradan döneceğini, odanın penceresine yuva yapan bir kumru müjdelerdi bize. Her defasında buna şahit olunca, o kumrunun
nöbet bekleyen sâdık bir nefer gibi seni müjdelemek için oraya yerleştirildiğini anladık. Türkiye’den döndüğünde ise, o kumru âdeta seni rahatsız etmemek için uçar giderdi.
Duşanbe’nin sıcak yaz günlerinde, on dakika güneş
altında kaldığımızda bunalır, başımızı sokacak bir gölge arardık. Sen ise o yakıcı güneşin altına sırtında
ceketinle çıkar ve “Ben büyüğümden öğrendim, ceket giymek edeptir. Hepimizin bulunduğu ortamlarda bir ben, bir de o ceket giyeriz.” derdin. İlerlemiş yaşına rağmen, sabahtan akşama kadar çoğu zaman yayan, bazen de kliması ve hiçbir lüksü olmayan bir
arabayla oradaki
fidanların geleceği için koşturup dururdun. “Hacı Ağabey, sana
Avrupa’dan son
model bir araba getirtelim” diyenleri; “Evlâdım, insanlar sokaklarda aç dolaşırken, siz bana nasıl böyle bir teklifle gelirsiniz?!” diyerek yadırgardın. Akşamüzeri dönerdin okula. Gelmeni hasretle beklerdik. Lâcivert ceketin elinde yavaş yavaş çıkardın merdivenleri.
Tercümanın olan delikanlı: “Hocam bu ne enerji! Ayaklarımın altı şişti, Hacı Ağabey hiç mi yorulmaz?” derdi. Odana çekilip, çoraplarını çıkardığında içim sızlardı. Ayakların davul gibi şişmiş olurdu. Bazen ayaklarındaki çatlaklardan kan sızardı.
18 yaşındaki gençlerin bile şartlarına tahammül edemedikleri bir yerde sen, ordunun önünde giden şanlı
süvari gibi bize hep şevk kaynağı oldun. Ekmeğin bulunmadığı, suyun
temiz olmadığı; sokaklardakardeşin kardeşe kırdırıldığı, insan canının kıymetinin olmadığı;
fırın önlerinde yüzlerce insanın evine ekmek götürmek için birbiriyle ölümüne mücadele ettiği ve insanların ekmek kuyruklarında vurulduğu zamanlardı. Sofrana yiyebileceğin bir şeyler bulabilmek için, can korkusu içinde pazara giderlerdi. Gıda ihtiyacını ancak
tavuk ve gazlı suyla giderebiliyordun; çünkü hem
şeker, hem de kalb hastası idin.
Oda olarak kullandığın
küçük barakadan, lâvaboya gitmek için çıkardın. Paçalarını
sıvar, beyaz terliğini giyerdin. Gün boyunca bütün Duşanbe’yi adımlayan sen, lâvaboya gitmek için, en az iki defa dinlenirdin. Sandalyeni getirir, okul lojmanının koridorunda seni beklerdik. Oturup bir nefes aldığında hâlimizi sorardın. Çocuklar gibi sevinirdik. Nasihat eder, talebelere nasıl davranmamız gerektiğinden bahsederdin. Sonra başından geçenleri anlatırdın.
Duş ve hâcethâneler, lâvabolarla aynı yerdeydi. Buraların fayansları acemice döşenmişti, kapıları da barakaları andırıyordu. Usta bulunamayınca, fayansları belletmenlerle okul müdürü döşemişti. Soğuk suyla yıkanmak mecburiyetinde kalan bir gence iltifat etmiştin. Sıcak suyun bile bulunmadığı mekânlar, sen teşrif edince güzelleşiyordu. Bu şartlar altında vazifelerini yapmaya çalışanları takdir ediyordun. Sen ise, takdir edilmeyi ötelere bırakmıştın.
Misafir gelecek olduğunda okulu dört dolanırdın.
Allah’ın izniyle en küçük teferruatı bile unutmazdın. Masaya konacak çiçekten, merdivenlerin arkasındaki görünmeyen kirlerden, sıraların üstünde çizik olup olmamasına kadar her şeye dikkat ederdin. Kimseyi küçümsemez,
ihmal etmezdin. Seni her zaman o mütebessim çehrenle hatırlayacağım.
Bir gün okulda çalışan
yaşlı bir sıva ustasının hâl ve hatırını sormuş, gönlünü hoş etmiştin. Usta, senin dilini bilmiyordu; ama anlattığın her şeyi âdeta anlıyordu. Sen bir
vefa membaıydın.
Sıla-i rahime niyetlenmiş, vedalaşmak için yanına gelmiştim. “Van’da falan şahıs var, ona benden çok selâm söyle!” demiştin. Dert ortaklarını en zor zamanlarda bile unutmamıştın. Vefatına inanamamıştık hiçbirimiz. Ama sen de fânîydin. Sevgili’ye kavuşma zamanın gelmiş, ötelere uçup gitmiştin. Vefatından yıllar sonra, Çin’e komşu bir ülkede pazarda
alışveriş yapan arkadaşlara, yaşlı bir kadın: “
Hacı Ata nasıl?” diye sormuştu. Arkadaşlar oldukça şaşırmıştı. Nerden tanıyordu Çin’e komşu bir ülkede yaşayan bu yaşlı kadın seni. Vefat ettiğini söylediler ona.
Kadın dizine vurup öyle bir “Aaahhh!” çekti ki, oradakiler oldukça şaşırdılar kadının bu hâline. Seni tanıyanlar; “O, bu dünyanın insanı değildi.” diyerek, çocuklarına, torunlarına senin ismini koyuyorlar.
Günler günlere, aylar aylara, yıllar yıllara kavuştu sen gittikten sonra. Gözler yine seni arıyor. Ama çok güzel şeyler de oluyor Hacı Ağabey. Senin vesilenle
Asya’nın steplerine atılan tohumlar boy verdi, fidan oldu.
Mekânın Cennet olsun Hacı Ağabey!
SIZINTI