Okulun
mezuniyet töreni için bürokratlara ve diğer çevrelere davetiye gönderilecekti. Hem bu tören ihtişamlı olmalı ve insanların teveccühünü kazanmalıydılar. Birkaç ay evvel öğrencileri, milletlerararası fizik olimpiyatlarında
altın madalya almıştı. Bu büyük başarıya lâyık muhteşem bir tören yapılmalıydı.
Yorgunluğunu gidermek için çay istedi; ilâç kokulu bir çay, dakikaların anlamını pekiştiren... Bu sırada hayal âleminde, geçmişin taptaze görüntüleri çiçeklenmeye başladı.
Okulunu iyi bir dereceyle bitirmiş, kendisini seven herkesi de memnun etmişti.
Annesinin sevinci ise herkesin sevincinden daha fazlaydı. Her anne gibi, beşikten öte gurbet yudumlayan oğluna hasretti annesi.
Babasının ölümü iyice yıpratmıştı annesini. Bir de ağabeyinin hanımı, hayatı
zehir etmişti zavallıya. Kimseye bir şey söyleyemiyor, acısını, horlanışını içine atıyordu.
Hayatın zehir zemberek yanını, okulunu bitirip gelecek oğlunun hayaliyle tatlandırıyordu. "Küçük oğlum
vefalıdır, kırmaz anacığını" diyor, "iyi de bir gelin alsam, onların işlerini de ben görürüm; yeter ki kendileri mutlu olsunlar." diyerek hayaller kuruyordu. Hayat arkadaşı yaşarken yaptığı tereyağlı,
nane kokulu o güzelim tarhana çorbasının, oğlunun ve inşâllah yeni gelininin sevecen yüreklerini ısıtacağını düşünüyordu.
Oğlu geldiğinde bir başka kokacak tandırın üstündeki bazlamalar. Her şey, ama her şey bir başka bakacak onlara, hayatın dolu yanına. Ve nar çiçekleri erkenden dökülmeyecek artık. Olgunlaşan narlar, susuzluktan çatlamayacak. Kendisi, oğlunun hasretine ağlamayacak. Her gece baktığı gökyüzünden gurbet yıldızları kaymayacak. Hem gelininden gizli gizli dinlediği radyoda, gurbet türküleri çalmayacak. Güvercinlerin bile ürkeklik dileneceği anne yüreği, limanını bulmuş bir gemi olacaktı.
Müdür Bey, kapının tıklatılmasıyla kendine geldi. Çayı getirilmişti. Bir yudum aldı; zihninin yorgunluğuna iyi geldi. Yeniden geçmişin çağrısına
kulak verdi, onu okudu hayal mektebinde.
Diplomasını alıp da döndüğünde, annesi nasıl da sevinmişti. Öpüyor, kokluyor, bağrına basıyor; sevincinden ağlıyor, ağlıyordu. Artık oğlu gelmişti. Katı kalpli gelinine mahkûm olmayacaktı. Küçük oğluyla beraber kalırdı. Annesi böyle düşünüyordu. Gel gör ki bilmiyordu oğlunun Orta
Asya'ya gideceğini. Ama bir yolunu bulup söylemeliydi. İkna etmeliydi annesini. Burada kendisini bekleyen bir çift göz vardı; ama oralarda yüzlerce göz kendisini bekliyordu. Yıllardır esaretin paletleri altında ezilen soydaşlarına, dindaşlarına yardıma gitmeliydi. Tıpkı ecdadının yaptığı gibi... Ama bir fark vardı; artık top, mermi,
tüfek taşınmayacaktı kağnılarla. Yüreklerde sevgi taşınacaktı, çölleştirilmiş vicdanlara. Kalem taşınacaktı;
masa, sıra taşınacaktı. Ve bir de ızdırap insanının, hocasının, vefa gözyaşları... Onlar için ağlamamış mıydı, onlar için bayılmamış mıydı kürsülerde? Mutlaka gitmeliydi. Eğer birileri asırlar evvelinden bu fedakârlığı yapıp buralara kadar gelmeseydi, hiç yeşerir miydi çöle dönmüş yüreklerimiz?
Annesinin yanına gideli iki üç gün olmuştu. Artık söylemeliydi annesine, Orta asya' ya gideceğini. Lokmalar boğazından geçmiyor, düğümlenip kalıyordu. Birkaç kez niyetlendi, söyleyemedi. Annesinin o güzel mutluluğunu gölgelemek istemiyordu. Ama gitmeliydi. Son gün, İstanbul'a gideceği, oradan da Orta asya'ya geçeceği günün bir gün öncesi; yüzünde çileleşen kırışıklarıyla, sıkıntıyla ve ağlaya ağlaya annesinin dizine başını koymuştu. Hıçkırıkları bitmek bilmiyordu. "Güzel annem, canım annem, gönlümün sultanı!" diyor, yine hıçkırıklara gömülüyordu. Sonunda, "gitmem gerekiyor" sözünü söyleyebildi. "Gitmeliyim anne,
Orta Asya'ya gitmeliyim." Gerisinde neler söylediğini hatırlamadı. Hatırladığı sadece; annesiyle sarmaş dolaş oluşu, hıçkırıklar ve gözyaşları...
Tevekkül sahibiydi Güldane Hanım. "Kaderde bu da varmış, gelinimin eziyetleriyle olgunlaşmak da varmış" deyip, Allah'a sığınıyordu. Oğlunu İstanbul'a yolcu ettiği gün hiç ağlamamıştı. Kendi elleriyle hazırlamıştı oğlunun bavulunu. Börekler, sarmalar yapmıştı. Birbirlerini Allah'a emanet ederek ayrılmışlardı. Annesini, yengesine değil, Allah'a emanet etmişti.
Uçağa binmeden evvel son kez
telefon etmişti annesine. Fakat o güzel annesi sevincinden ağlıyordu. "Oğlum, sen gönül huzuruyla git." diyordu. "Bilsen neler oldu. Yengen elime, ayağıma kapanıyor. 'Anne, ben ettim sen etme' diyor, etrafımda pervane gibi dönüyor. Oğlum, senin gittiğin günün akşamı rüyasında Peygamber
Efendimiz (sas)'i görmüş. Efendimiz; 'Kayınvalideni üzme', demiş. Sabahleyin ağlaya ağlaya yanıma geldi. Elime, ayağıma kapandı. Oğlum, sen güle güle git. Rabbim neylediyse hep güzel eyledi."
Türkiye'ye ilk dönüşünde de annesi kendisini münasip biriyle evlendirmişti. "Senin mürüvvetini gördüm ya, gayrı hiçbir şey istemem" demişti. Sadece "torunum olunca onun hasretine dayanamam, fırsat bulursanız yanıma gelin", diyordu. İlk çocuklarının olmasından iki ay sonra da annesinin yanına gitmişlerdi.
Çayından bir yudum daha aldı. Nasıl da geçmişti senelik paya düşen dakikalar? Yıllar, acı-
tatlı hatıraları sırtlayıp gitmişti hayat bulvarından. Ülkesinden kilometrelerce uzak bir yerde insanlığa
hizmet etmenin mutluluğu; Allah'ın rızasını yakalama gayreti ve her günün bir önceki günden kazançlı geçmesi, elde edilen başarılar, bütün sıkıntıların üstüne bir sünger çekiyordu.
Dışarıdan öğrencilerin cıvıl cıvıl, hayat dolu sesleri geliyordu. Seslerin birden bağrışmalara dönüştüğünü duydu. Daha düzensiz, haykırışa benzeyen sesler kulaklarını tırmaladı. O sırada kapısı hızla vuruldu, içeriye soluk soluğa bir öğrenci girdi. "Öğretmenim, bir çocuk ikinci kattan düşmüş", dedi. Gözü karardı, tansiyonu düştü. Başı döndü. Düşecek gibi oldu.
Aman Allah'ım! Nasıl olur? Ya çocuğa bir şey olduysa... Düşünmek bile istemedi. İnsanlar güvenerek göndermişlerdi çocuklarını. Sahip çıkamayınca ne derlerdi? Ülkenin ileri gelenlerinin çocukları da vardı. Ya bir şey olduysa? Ya bunu bahane ederek okulları kapatırlarsa. Ne zorluklarla açılan okulları...
Sendelemesine aldırmadan, sağa-sola çarparak dışarı çıktı.
Çocukların kümelendiği yere gitti. Müdürlerinin geldiğini gören çocuklar kenara çekildiler. Yerde yatan çocuğun yanına gitti. Yüzüstü yatıyordu. Yattığı yer kanla kızıllaşmıştı. Çocuğun başını çevirdi; kanlanmış, tanınamayacak vaziyetteki yüzü görünce donup kaldı... Kendi çocuğuydu...
Ciğerparesinin kanlı başını bağrına bastı. Nabzını tuttu, atmıyordu. Hıçkırıklara gömülmüştü
baba şefkatiyle. Ama içinden, "Allah'ım! Ölen ya bir başkasının çocuğu olsaydı? O zaman ne yapardık?" diyordu.
Etrafında pervane gibi dönüp kendisine hizmet eden gelini için oya işliyordu, Güldane Hanım. Gurbet semalarından kayan melek yüzlü yıldızından habersizdi. Dalgındı, sol gözü seğirmişti. Farkında olmadan iğneyi eline batırdı. Bir "ah" sesi yükseldi.
Osman ALAGÖZ /
Sızıntı /
Şubat 2001