Ne yazık ki, bazı kesimlerde çok ciddi bir din düşmanlığı var ve bunlar her fırsattan istifade ediyorlar.
Şu anda da başörtüsünü bahane ederek,
ülkemizin yakaladığı nisbi istikrarı bozarak,
kavgaya zemin hazırlamaya çalışıyorlar. Ülkemizin kavgaya tahammülü yoktur. Hususiyle Allah'a gönül veren ve kendilerini milletimizin hayrına adayanların kavga ile işi olamaz. Olmamalı. Onlar, kendilerini en çetin bir kavganın içinde buldukları zaman bile, hemen silm ü selâma dönmeliler. Kur'an-ı Kerim, mü'minlere savaş içinde iken bile, "Karşı taraf, silm ü selâma, sulh ve barışa yönelirlerse, siz de yönelin ve Allah'a tevekkül edin!" buyurur. Lâik bir hukuk devleti olan ülkemizde din ile
siyaset birbirinden ayrıdır. Kur'an'ın söz konusu hükmünü antr-parantez zikrettim. Fakat
akıl ve mantığın yanında, ülkemizin içinde bulunduğu şartlar ve umumî menfaatlerimiz de katiyen böyle davranmayı gerektirmektedir. Zira, kavga, insanda akl-ı selim, hiss-i selim ve mantık bırakmaz. Cahiliye şairlerinden İmrü'l-Kays, "İki şeyi başlattığınız zaman, onlar durmasını istediğiniz yerde durmaz: Yangın ve kavga." der. Bu bakımdan, soğukkanlılığımızı korumamız lâzımdır.
Başörtüsü, dinin açık emridir
Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imanî meselelerden değildir; İslâm'ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat, Kur'an'ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur'an'la, hem
sünnet-i sahiha ile hem de 14 asırlık İslâm tarihindeki uygulamalarla sabittir. Nur Sûresi 31. âyette mü'min kadınların başlarını, boyunlarından ve göğüslerinden açık bir yer bırakmayacak şekilde örtmeleri emredilmektedir. Bununla iktifa edilmeyip, Ahzab Sûresi 59. âyette, sadece mü'min kadınlara değil, Peygamber
Efendimiz'in pak zevcelerine de "Dış örtülerini, cilbablarını üzerlerine salsınlar." şeklinde, sünnet-i sahihanın ve İslâm tarihindeki bütün uygulamaların ortaya koyduğu üzere, el, ayak ve -Hanefi mezhebinde yüz dışında- bütün vücudun bol bir
elbise ile örtülmesi emredilmektedir. Düşünün ki,
Peygamber Efendimiz'in pak zevceleri, hükmen mü'minlerin anneleridir. Peygamberimiz'den sonra onlarla evlenmek mü'min erkeklere
haram kılınmıştır. Arz edildiği gibi, başın tamamını içine alacak şekilde tesettür emri, yalnız Kur'an-ı Kerim'le değil, -aksine hiçbir ihtimal vermeyecek şekilde- sünnet-i sahiha ve İslâm tarihindeki uygulamalarla da sabittir. Bu hususta müfessirler, muhaddisler, fakihler arasında farklı ve aykırı görüş belirten olmamıştır.
Fantastik muhalefetin bir değeri yoktur
Günümüzde -belki de bir kısım kimselere şirin gözükmek ve fantastik düşüncelerle kendilerini ifade etmek için- başörtüsünün Kur'an'ın emri olmadığını iddia eden ilâhiyatçılar vardır. Fakat, bu mevzuda Kur'an'ın emri o kadar açıktır ki; tarih boyunca hiçbir müfessir farklı mülâhazada bulunmamıştır. Peygamber Efendimiz ve Sahabe-i Kiram başta olmak üzere, dini bugünlere kadar taşıyan ve meselenin mütehassısı olan on binlerce müfessir, muhaddis ve fakihin yanında, 14 asırlık İslâm tarihinde bütün
Müslüman nesillerce ittifakla uygulanabilmiş bir hükme, günümüz ilâhiyatçılarından birkaçının, bazı garezlere bağlı muhalefeti hiçbir değer ifade etmez. Meselenin dinî buudu böyle iken kalkıp başörtüsünü farklı adlar altında da olsa başka kaynaklara bağlamak, bu mevzuda tuhaf ve birbiriyle tutarsız iddialar ortaya atmak, gülünç kaçmaktadır. Tesettüre, başörtüsüne bazı mülâhazalarla karşı olan çıkabilir, ama bunun İslâm'da olmadığı iddiası ileri sürülemez. Hele hele, en basit meselelerde bile, aklın ve bilimin icabı olarak uzmanına müracaat edilirken, Allah'ın marziyatının, bizden neler isteyip neler istemediğinin ifadesi olan din konusunda rastgele konuşulamaz. Bu, en hafif ifadesiyle gayr-ı aklîliktir, gayr-ı ilmîliktir, had bilmemektir. En azından, ülkemizde din işlerini tanzimle vazifelendirilmiş Diyanet teşkilatımız ve ona bağlı çalışan Din İşleri Yüksek Kurulu var, onlar hem bu konuların mütehassısıdır hem de salahiyet sahibi kılınmışlardır.
Bu meselenin bir diğer buudu da şudur: Ülkemizde ilmî ve
teknik kalkınmaya
hizmet etmesi gerekenler, üniversitelerin din ve
inanç değil, bilim yeri olduğunu söyleyerek başörtüsüne karşı çıkıyorlar. Ne yazık ki bunu, bilimi en öne alan insanlar yapıyor. Galiba, nasıl bir tenakuz ve çarpıklık ortaya koyduklarının farkına varamıyorlar. Batı'da uzun süren çatışmalar sonunda din ile bilimin arası ayrılmış; Descardes çıkmış, buraya kadar bilimin, şuraya kadar da dinin sahasıdır demiş. Bugün üniversitelerimizde benimsenen de bu. Gerçi böyle bir
ayrılık, Müslümanlar olarak bizim inanç sistemimizde de, ilme bakışımızda da, tarihimizde de yoktur. İlim ve din, bizde aynı manânın iki farklı ifadesinden ibarettir. Biri zihnin, diğeri kalbin ışığı olarak görülmüştür. Bu sebeple bizim, Batı'da Rönesans'ın ve ilimlerin gelişmesine zemin teşkil eden, bu gelişmeye dinamikler sağlayan muhteşem bir ilim tarihimiz vardır. İbn-i Sina, Zehravî, Birunî, Harizmî, İbn Heysem gibi bu tarihi dolduran on binlerce ilim adamı, hem çok iyi
dindardı, pek çoğu da sufi idi. Din ve ilim, bizim tarihimizde birbiriyle iç içe yer aldı, hiçbir zaman çatışır görülmedi. Dolayısıyla bir insan dindar ise, dine bağlı ise, başını örtüyorsa bu insan ilim yapamaz, ilim insanı olamaz demek; üniversitelerde başörtüsü takmayı üniversitelerin ilim yuvaları olmasına aykırı görmek, bir ilim adamına asla yakışmayan bir tavırdır. Kaldı ki, hepimiz biliyoruz, Galileo da, Newton da, Laplace da ve daha pek çokları da dine karşı değillerdi; hattâ içlerinden bazıları ciddi derecede dindardı. Eddington'u nereye korsunuz? Dindar olmakla ilim yapmayı birbirinden ayrı mütalâa ederseniz, ilim âleminin başının taçlarından olan Einstein'a da muhalefette bulunmuş, din ile ilimden birini kör, diğerini topal yapmış olursunuz.
Üçüncü olarak, böyle bir tavır laikliğe de aykırıdır. Zira laikliğin temelini, dinin devlete, devletin de dine müdahale etmemesi, hattâ devletin din hürriyetini sağlaması prensibi teşkil eder. Bu sebeple, başörtülü bir kızımızın üniversitede ilim tahsili yapması lâikliği yıkmaz; cumhuriyete de demokrasiye de hiçbir zarar vermez. Tam tersine, bunları güçlendirir. Onlar da zaten, dinî inançları gereği başlarını örtmeyi laikliğin, cumhuriyetin ve demokrasinin gereği olarak görüyor ve haklı olarak, hem laikliğin, hem cumhuriyetin hem de demokrasinin korumaya aldığı din ve vicdan, hattâ düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti içinde mütalâa ediyorlar. Problemi çözmek isteyenler de meseleye bu açıdan yaklaşıyorlar. Yoksa ne kızlarımız laikliğe, cumhuriyete, demokrasiye karşı çıkmak için başlarını örtüyor ne de çözüm arayanlar bunlara karşı olsun diye başörtüsünü serbest bırakmaya çalışıyorlar.
Bu bakımdan, bir insan başörtüsüne -hangi ad altında olursa olsun- karşı ise bunu açıkça söyleyebilmeli; kendiyle tenakuza düşmeden, ülkeyi kavga ortamına çekmeden, yakışık almayan protestolara kalkışmadan, medenî bir şekilde bunu ortaya koymalı. Başörtüsünün, neden takılmaması gerektiğini insanları ikna edecek şekilde aklî, mantıkî ve ilmî olarak ispat etmelidirler. Yoksa protestolar, ülkeyi kavga ortamına çekmeler, ihtilâl hatırlatmalarında bulunmalar, tehditler, yakışıksız üslûplar, ihtilâl günlerine özlem duymalar, fikrî ve ilmî kifayetsizliğin ifadesinden başka bir şey değildir.
'Baskı olur' diyenler provokasyon yapabilir
Burada, mevzu ile alâkalı olarak önemli bir ikazda bulunmak istiyorum. Şimdiye kadar Türkiye'de, İslâmda başörtüsünden çok daha önemli olduğu halde hiçbir namaz kılan kılmayana
baskıda bulunmadı, Ramazan'da doğruluğu
şüpheli birkaç haber çıktıysa da kimseye oruç baskısı olmadı. Hacca gidenler gitmeyenleri neden gitmiyorsunuz diye tehdit etmedi. Her
Kurban Bayramı öncesi onca menfî yayınla Kurban aleyhinde olunmasına rağmen, hiçbir Müslüman,
kurban kesmeyenlere neden kesmiyorsunuz diye hücumda bulunmadı. Bırakın bunları,
içki içen,
kumar oynayan, her türlü günahı irtikap edenlere de dindarlar, nasihatte bulunmak dışında bir şey demedi. Kızlarımızın başını örterek okuyabildiği yıllarda hiçbir hadise olmadı. Bundan sonra olacağına, başlarını örtmeyen kızlarımız dahi ihtimal vermiyor. Gerçek bu iken, asıl mağduriyete zaman zaman daha çok dindarlar maruz kalıyorken, başörtüsü serbest bırakıldığında başını örtmeyenlere baskı olur demek, aslında yapılabilecek bazı provokasyonları akla getirmektedir. Önceki dönemlerde şahit olduğumuz üzere, eğer başörtüsü kanunu Meclis'ten geçer -ki, bu kanunu kabul edip etmemek Meclis'in, onu tasdik edip etmemek Cumhurbaşkanı'nın salâhiyeti içindedir- kızlarımız üniversitelerde başörtülü
okuma imkânına kavuşursa, ciddi provokasyonlar sahnelenebilir. Belli yerlerde kendilerine çarşaf giydirilmiş bazı vazifeli erkekler, tesettüre sokulmuş bazı vazifeli bayanlar, başlarını örtmeyen kızlarımıza rahatsızlık verebilir; sözlü, hattâ fiilî tacizlerde bulunabilirler. Bu konuda fevkalâde endişeliyim ve rical-i devletimizin bu hususta mesul olanlarının çok dikkatli olması gerektiğine inanıyorum.
Hepimiz akl-ı selimle hareket etmeliyiz
Hasılı, ülkemizin bir istikrar ve kalkınma ortamını yakaladığı, hattâ
Asya,
Afrika ve
Balkanlar gibi çok geniş bir coğrafyadaki milletlerin şuuraltında var olan tarihî müktesebatı değerlendirebilecek bir konumu ihraz etmeye başladığı, pek çok sahada önünün açıldığı bir zamanda her meselemizi konuşarak, seviyeli bir üslûp içinde ve ülkemizin umumi menfaatlerini dikkate alarak değerlendirmemiz ve çözmemiz elzemdir. Hangi siyasî görüşten ve hangi müesseseden olursa olsun herkese puan kazandıracak da budur. Yoksa, bu ülkeye bir defa daha çok büyük kötülük yapılmış olur. Görüyoruz ki, yıllarca uğraşıp on binlerce şehid verdiğimiz, pek çok millî serveti tüketerek, dünya kamuoyunu da nispeten yanımıza çekerek belli muvaffakiyetler kazandığımız
terörün asıl merkezleri de başörtüsünün serbest bırakılacak olmasından endişe duymaktadır. Bu serbestliğin, Güneydoğu'muzu teröre zemin teşkil etmekten,
bölge halkının da terör örgütünden tamamen uzaklaşmasından, yani terör örgütünün halk desteğini tamamen kaybetmesine vesile olacağından korkmaktadırlar. Öyle ise sorumlu mevkiinde olan herkes ve ülke olarak, sağduyu dediğimiz akl-ı selim, hiss-i selim ve mantık dahilinde hareket etmek mecburiyetindeyiz.
M. FETHULLAH GÜLEN
(www.herkul.org'dan alınmıştır.)