ADANA'NIN 125. ALAYI
Gazzedeki son Osmanlı
Genç yüzbaşı:
- Arkadaşlar bunlar
Çanakkale artıklarıdır. Akıllarınca Çanakkale'nin intikamını almaya gelmişler, diyerek gösterdi,
İngiliz gemilerini.
Sene 1916. Osmanlı ordusu koca bir coğrafyanın yedi ayrı köşesinde... Yavrusunu korumak isteyen bir anne misali yedi yerde karşısına çıkan yılanlarla boğuşmak zorunda. Devir
Yavuz, Kanunî devri değil artık,
yaşlı devlet
hasta yatağında olmak mı ölmek mi sualine
cevap aramakta.
İngilizler, Çanakkale'den artakalan birliklerinin de iştirakiyle
Filistin Cephesi'ne yükleniyorlardı. Gazze'de büyük bir harekâta girişecekleri haberi alınmış ve elde ne var ne yoksa
hazırlık yapılıyordu.
İngilizler bir
çekirge sürüsü gibi ilerliyordu. Önüne ne çıkarsa ortadan kaldıran, yakıp yıkan, Çanakkale'nin hıncıyla, öfkesiyle kuduran bir sürü…
Gazze muhafızları, üzerlerine gelen düşmanın kendilerinden en az on kat büyük olduğunun farkındaydı. Belki
küçük bir donanmaları olsaydı denizden gelen askerleri Gazze toprağına değil, oraya -
Akdeniz'in
mavi sularına- gömeceklerdi. Lakin Barbaros'un torunlarının değil donanması bir savaş gemisi bile yoktu. “Akdeniz bir zamanlar bizimdi şimdi Akdeniz vuruyor bizi.” diye düşünüyorlardı.
Selahaddin Eyyubi'nin -şarkın sevgili sultanının- amansız Haçlı birlikleri karşısında “Denizler düşman kusuyor, dağlar düşman doğuruyor…” dediği hâl Orta Doğu'nun sıcak topraklarında yeniden gerçekleşiyordu.
19. asırda bir türlü rahat yüzü göremeyen bu topraklar yeniden ısınıyordu. Devlet-i Aliyye'ye
isyan edenleri gördü Gazze. Kandırılmışlığa ve aldanmışlığa şahit oldu. Daha sonra topraklarında dolaşan misyonerleri gördü. Hastane açmak gibi bir masumluğun arkasına sığınan İngiliz emellerini gördü. Ortadoğulu
hastaneler açılınca kendisinin düşünüldüğünü sandı, bunların savaş sırasında kullanılmak üzere daha şimdiden yapıldıklarını nereden bilecekti?
Bir yandan denizdeki on beş gemiden oluşan kraliyet donanmasının fasıla vermeden sürdüğü atışlar, öte yandan İngiliz topçusunun aman vermeden süren bombardımanı… Herkes ve her şey Osmanlı askerinin karşısında
ittifak etmişti. Burada teknoloji demek daha fazla insan öldürmenin diğer adıydı.
Gazze'de İngilizleri karşılamak için sadece Osmanlı şehir muhafızları vardı, bir de Adana'nın 125.
Alayı… Çanakkale'den yeni gelen alay, farklı coğrafyada aynı düşmanla yeniden cenk edecekti.
19. yüzyılın başından beri kan kokusunun eksik olmadığı memleketi yeniden bu kokunun sarmasına ramak kalmıştı. Gazze için yeni bir macera daha başlamak üzereydi.
Denizden yapılan atışlar artık siperlerde durmayı mümkün kılmadı. Osmanlı askerleri siperleri terk etmek zorundaydı. Ya Gazze? Can verilirse de burada verilecek gene de çıkılmayacaktı şehirden. Gazze terk edilmeyecekti. Türk birlikleri Gazze'nin içlerine doğru çekilmeye başladılar. Mevziler İngilizlerin eline geçti. Osmanlı birliklerinin denizle olan bütün bağı koptuğu gibi düşman birlikleri mevzilerin gerilerine de sarkarak şehre saldırılar yapmaya başladı.
Beklemenin düşman sayısını arttırmaktan başka bir işe yaramayacağının farkındaydılar. İlkin kendilerinin on katı olan düşman birlikleri şimdiden on beş kat olmuştu. Eldeki
cephane kâfi değildi. Her mermide bir düşman vursalar bile eldeki mühimmatla düşmanın ancak üçte biri vurulabilirlerdi.
Tek çare süngü hücumu görünüyordu. Giritli
Yüzbaşı İbrahim Bey, 125. Alay'a seslendi:
- Aslanlarım, bir an önce hücuma kalkamazsak bizi daha fazla kuşatacaklar. Denizle olan bağımızı tamamen kesecekler. Gecikirsek yahut bu hücumda düşmanı püskürtemezsek maazallah artık süngü hücumu yapmaya bile gerek kalmayacak. Cephanemiz çok az. Süngü hücumu ile onları Mantartepe'nin gerisine atmamız gerek. Ondan sonra gelecek takviyelerle İngiliz'i evvelallah buralardan süpürürüz.
Allah her daim yardımcımız olsun. Haklarınızı
helal ediniz.
Hep birlikte “Helal olsun” mukabelesinde bulundular. Ardından süngüler takıldı tüfeklere, bir umudun metale dönmüş hâli süngüler… Bir süpürge olması ve düşmanı silip atması gereken süngüler. On katı düşmanı Mantartepe'nin gerisine atacak süngüler...
Gazze'de tan yeri ağarmadan 125. Alay “Allah Allah!” nidalarıyla düşmanın üzerine atıldı. Çoğu gafil avlanan düşman birlikleri yaşadıkları ilk şaşkınlığın ardından kaçmaya başladılar, bir kısmı ise toparlanıp karşı taarruza geçti. Sayıca çok fazla olan İngilizler, Osmanlı kuvvetini tamamen kuşatınca İbrahim Bey: “Çocuklar, ileri! Bunlar Çanakkale'den kaçan İngilizlerdir. Bir
ders daha.” diye haykırıyordu. O, dokuz ay Kanlısırt'ta iyi tanımıştı düşmanını. Ona göre Çanakkale'de yapılanın Gazze'de tekrar edilmemesi için hiçbir mani yoktu.
Süngü hücumu demek kanın seylâp olup akması demekti. Vatanını korumak isteyenlerle, o vatanı işgal etmek isteyenler gırtlak gırtlağa birbirlerine girdiler. Filistin güneşi parlatmaz olmuştu süngüleri, süngülerden kan damlıyordu. Eller kan, tüfekler kan… Kan ter içinde kıran kırana bir mücadeleye şahit oluyordu Gazze.
Süngü muharebesi olanca şiddetiyle devam ediyordu. Gazze kan ağlıyordu; kan, çatlayan toprağa düşüyordu. Haykırışlar, tekbirler,
ölüm çığlıkları, süngü çarpışmaları…
Yüzbaşı İbrahim de bir
şimşek gibi çakıyor, süngüsüyle düşman üzerine atılıyordu. Her yanları kuşatılmıştı, savrulan her süngü kendine kolay bir
hedef buluyordu. Her süngüde ya bir düşman ya bir Mehmed can veriyordu.
Yüzbaşı İbrahim, bir İngiliz'in göz hapsinde olduğunu bilmeden olanca gücüyle süngü vuruyordu düşmana… Üniformasından rütbeli olduğunu anladığı askeri öldürmek için zemin arıyordu İngiliz keferesi. Tüfeğini doğrulttu ve ansızın sokuldu yüzbaşının yanına. Kumandan önündeki düşmana süngü vuracağı sırada sol yanına bir süngü darbesi aldı. Bir aralık iki düşman göz göze geldiler. İbrahim Bey'in gözlerindeki nefreti gördü İngiliz. Bir de kendisine doğru yaptığı hamleyi. Bu sefer tüfeğinin tetiğine asıldı ve Yüzbaşı İbrahim'i sol yanından vurdu. Yüzbaşı, ilkin sendeledi, bir
yangın hissetti sol yanını kavuran, sonra bir ürperti hissi geldi, sol yanında bir kan pınarı çıktı ve kırmızıya boyadı üniformasını. Olduğu yere bir
çınar gibi yıkıldı.
Herkes kendi derdindeydi, Hasan Tahsin hariç, olanları kimse görmemişti. Kozanlı Mehmed oğlu Hasan Tahsin dağları sarsarcasına haykırdı, “Kumandanım…” Bir kaplan gibi atıldı yüzbaşıyı vuran İngiliz'in üzerine süngüsünü bağrına sapladı ve yere serdi. Sonra eğildi ve o kargaşada yüzbaşısını kucakladı, o keşmekeşten kurtarmak için.
Adanalı Ruhsar Çavuş, tam o esnada makineli tüfeklerden birini kucakladı Mantartepe'ye doğru koşmaya başladı. Bir babanın yangından evladını kaçırması misali koşuyordu. Ne mitralyöz bu kadar kolay kalkardı yerinden, ne de böyle bir yükle böyle koşulabilirdi, bir güç gelmişti Ruhsar'a.
Mermi şeridini tüfeğe takarken dualar vardı dudaklarında. “Ya Rabbi beni mahcup etme. Düşmana rüsva teslim etme.” Tetiğe asıldı. Mitralyözün sarsıntısından elleri titriyordu, mitralyözün sesinden bedenleri titredi İngilizlerin. Bir tarraka koptu bütün sesleri bastıran. Mitralyöz bir ölüm sağanağı olmuş düşman üzerine iniyordu. İngilizler ipten kopan tespih taneleri gibi dağılırken Ruhsar şükrediyordu.
Bir müddet sonra Mantartepe'ye başka mitralyözler de çıktı. Düşmandan eser kalmayınca kadar sıkacaklardı kurşunlarını. Lakin nereden geldiği belli olmayan bir
patlama sesi duyuldu bir de Ruhsar'ın “Yandım…” sesi. Ruhsar kolundan vurulmuştu. Kızıla boyanan koluna aldırmadan tetiğe yeniden asılmaya çalışıyordu, oysa şeridi bitmişti takati tükenen kolu gibi. Hızla kan kaybediyordu. Yanındakilerin: “Ruhsar tamam yetti gayri, haydi sen hastaneye git.” sözlerine aldırmıyor, sürünerek makinesine şerit takmaya uğraşıyordu. Alay komutanı Osman Bey: “Haydi evladım sen hastaneye git, sen bana lazımsın.” demese kimse çıkartamazdı onu oradan ama alay komutanının emrini dinlemezlik olmazdı.
İki arkadaşı, kollarına girerek onu tepeden indirdiler, yol üzerinde şehitler gördüler. Ruhsar al kanlara boyanmış yiğitlerin bir tanesini tanıdı ve yanından geçerken mırıldandı. “Kozanlı sen de mi?” Kozanlı Hasan Tahsin de katılmıştı şehitler kervanına, yüzbaşısını kurtardıktan sonra vurulmuştu. Ruhsar'ın gözleri doldu. Kollarına giren askerlere: “Allah'ınızı severseniz beni hastaneye götürmeyin, burada bırakın.” diye haykırıyordu.
Ruhsar hastaneye götürüledursun, alay komutanı endişeliydi, iyi tanıyordu devrin süper gücünü. Askerlerine: “Aman yiğitlerim, gözünüzü dört açın, ben bu gâvurları bilirim, yeniden gelecekler hem de çok daha şiddetli bir şekilde. Allah-u Teala hepimizin yardımcısı olsun, bizi bu kefereler yüzünden
padişah efendimize mahcup ettirmesin.” Askerler hep birlikte “âmin” dediler yaşlı albayın duasına.
Ruhsar korkunç bir baş ağrısıyla ayıldı bir ağrıda sağ koluna oturmuştu. Gözlerini dünyaya yeni açan bir yavru gibi şaşkın etrafına bakmaya başladı, bulanık görüyordu. Yanı başında bembeyaz bir insan gördü,
- Ben öldüm mü?” dedi.
- Yok yiğidim, cepheler seni bekler, Rabbü'l Alemin seni yaşatıyor sen de ona göre savaşasın. Haydi, Allah
şifa versin, diyerek ayrıldı, yaşlı doktor. Bembeyaz önlüğünün parlaklığı saçlarına yansımıştı sanki.
Yan tarafından kısık bir ses duydu,
- Geçmiş olsun Ruhsar.
Başını hafifçe kaldırdı ve sesin geldiği tarafa baktı,
- Kumandanım… İbrahim Yüzbaşım. Siz misiniz?
- He ya benim Ruhsar.
- Kumandanım, ben sizi hiç göremeyince…
- Şehadete cephede ulaşmak nasip değilmiş burada bekliyorum Ruhsar.
- Allah devletimize zeval vermesin kumandanım.
- Sana ne oldu?
- Mantartepe'de vuruldum kumandanım.
- Oradaki harbin bizim muzafferiyetimizle neticelendiğini söylüyorlar doğru mu?
- Doğrudur kumandanım.
Yüzbaşı İbrahim'in yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.
- Elhamdülillah. Ruhsar herkese soruyorum kimse bilmiyor
- Neyi kumandanım?
- Ben vurulduktan sonra hayal meyal hatırlıyorum bizim Hasan Tahsin beni kucaklamış ve o keşmekeşten kurtarmıştı. Şimdi nerede?
Ruhsar konuşamadı. Ağır yaralı yüzbaşıyı konuşarak daha da üzmek istemedi. Gözleri nemlendi, belki gözyaşlarını görür diye başını öte tarafa çevirdi.
- Ne oldu Ruhsar, sualime cevap vermedin?
- Şey komutanım, diyebildi Ruhsar. Gözyaşlarını yastığa gömerken hıçkırıklarını Yüzbaşı İbrahim duymuştu. Bu sualin tek cevabı vardı, o da gözyaşıydı.
Aradan birkaç hafta geçti, İngilizler bu sefer büyük bir hışımda ilerliyordu Gazze üzerine. Atlılar bir yanda zırhlılar bir yanda yürüyorlardı. Öfkeleri arkalarında çıkan toz bulutundan daha büyüktü.
Mantartepe'ye denizden atılan mermiler, karadan sıkılan obüsler, toplar bir dolu gibi yağmaya başladı. Bir top mermisinin açtığı çukuru bir diğeri kapatıyor, hallaç pamuğu gibi atıyordu tepeyi. Altında bir tek canlı bırakmamacasına bombalanıyordu tepe. Hastaneden patlamalar duyuluyordu. Kimse yaralıların maneviyatı bozulmasın diye bir şey demiyordu, lakin Osmanlı askeri olup bitenleri seziyordu.
Koğuşun bir köşesindeki Karaisalı
Ahmed haykırdı: “Allah aşkına bırakın bizi. Bırakın da kardeşlerimizin yanında olalım.” Sonra ayağa kalkmaya çalıştı, göğsündeki yara tekrar kanadı. Kırmızı bir gelincik gibi bütün beyaz sargıların üzerinde açtı. Yaşlı doktor koşarak geldi:
- Evladım, sen bu halde nasıl savaşacaksın? Hadi ne olur yat. Bak yaran tekrar açıldı.
-
Savaşamasam da orada ölürüm kumandanım, derken göğsündeki acıya dayanamadı ve bayıldı Ahmed.
Ruhsar'ı da bıraksalar soluğu cephede alacaktı lakin parçalanmış bir sağ kol vardı kendisine yük. İyileşmeli ve sapasağlam çıkmalıydı düşmanın karşısına. Yüzbaşı İbrahim Bey dualar mırıldanıyordu, kuruyan dudaklarıyla.
Düşman, albayı haklı çıkartırcasına Mantartepe'ye geri dönmüştü. Yoğun bombardımana karşı, tepede kendilerini koruyacak
silahları yoktu. Eldeki tüfeklerle bu saldırı nasıl önlenirdi. Bir karınca bir fille çarpışıyordu. Yüzbaşı İbrahim Bey dualar gönderiyordu silahsız silah arkadaşlarına. Silah arkadaşları Gazze'yi müdafaa etmek için kan katıyorlardı aşlarına. Amansız saldırı, tepede bir tek Osmanlı askeri bırakmamacasına gelmişti. Sanki dev mermilerin alçalttığı tepe şehit cenazeleriyle yeniden yükselmişti.
Kalanlar cephedeki tüfekleri indirmeye muvaffak oldular. Mantartepe yeniden İngilizlere geçmişti, tepede yaptıkları ilk iş ise makineli tüfeklerini kurmak oldu.
Adana'nın 125. Alayı olup biteni kabullenemiyordu. Ne yapıp etmeli ve bu tepeyi yeniden ele geçirmeliydi. Çukurova'nın yiğitleri Çanakkale destanının bir benzerini burada yazmaya kararlıydı.
Havadaki kavurucu sıcak, güneşi bile doğru dürüst görmeyen İngilizleri çarpmıştı. Çukurova'nın yiğitleri ise Adana'dan alışıklardı sıcağa. İngilizlerin sıcaktan iyice gevşedikleri bir öğlen vakti
kulakları sağır edercesine top atışına başladılar. Mantartepe'yi döven topçulara alayın taarruzu eşlik etti. Bu sefer bütün alay hep birlikte tepeye hücum ettiler. İngilizler böyle bir direniş beklemedikleri için öğle uykularından Osmanlı topçusuyla uyandılar.
Hastanede yine bir heyecan rüzgârı esti. Yüzbaşı ve Ruhsar patlamalara kulak kesildiler. İbrahim Bey iki de bir de “Gazze kurtuldu mu?” diye soruyordu.
125. Alay'ın taarruzu zaferle neticelenmiş tepe üzerindeki bütün İngilizler, silahları ile birlikte Osmanlı askerlerinin eline geçmişti.
Gözcüler
Albay Osman Bey'e üç süvarinin dörtnala üzerlerine doğru geldiğini haber verdi. Albay, gelenlere baktı pala bıyıkları birden genişledi, aylar sonra yüzünde bir tebessüm çiçeği açıvermişti.
- Bunlar bizimkiler. Baksana
teğmenim, şu ortadaki bizim
Safvet değil mi?
- Evet o kumandanım.
Atlılar birkaç dakika içinde alayın yanına vardılar. Osman Bey gelenlere bakıyordu. İstanbullu Teğmen Safvet
selam verdikten sonra,
- Kumandanım siz nereye biz oraya.
- Yahu Safvet Çanakkale'de o kadar yara aldın akıllanmadın, bu defa sana bir şey olmadı mı?
- Bu sefer hisseme yalnız bir dipçik düştü kumandanım, derken kafasındaki yarayı gösterdi.
Atından indi, albay gözü pek teğmene sarıldı.
-
Hayırdır Safvet.
- Hayır kumandanım. İnşallah çok yakında size
destek kuvvetler geleceğini haber etmeye geldim.
- Elhamdülillah. Memleketten havadis var mı?
- Gelirken
mektupları da getirdik kumandanım.
- Hay Allah razı olsun. Kaç zamandır mektup bekleriz.
- Buyurun kumandanım.
Alay
yazıcısı koşarak geldi ve mektupları teslim aldı. Tek tek zarfların üzerlerini okudu. Bazı mektuplar bu dünyada alıcılarına bir daha ulaşmayacaktı. Yazıcı Hakkı, şehitlerin mektuplarını bir kenara ayırdı. Diğer mektup sahiplerini yüksek sesle okuyarak zarfları dağıttı. Adana'dan Gazze'ye gönül köprüsü olmuştu mektuplar.
Elinde kalanları da hastaneye götürdü. Yüzbaşı İbrahim Bey Hakkı'yı görünce öğrendiklerini teyit etmek istercesine Gazze'nin gerçekten kurtulup kurtulmadığını sordu.
“Kurtuldu komutanım.” dedi Hakkı ve yüzbaşının mektubunu kendisine uzattı.
Mektup, İbrahim Bey'in geçen sene evlendiği karısından geliyordu. Yaralı yüzbaşı, mektubu tuttuğu elini güçlükle gözünün hizasına getirdi. Mektubun ilk kelimelerini tebessümle okumaya başladı.
“Muhterem Beyim, evimizin direği. Ben ve iki aylık oğlumuz bir gün cepheden döneceğiz vakitleri saymaktayız. Nasılsınız…”
Birden kolu düştü. Mektup hâlâ elindeydi. Yaşlı doktor hemen yanına geldi. Doktor yüzbaşının üzerindeki çarşafı yüzüne örterken:
- Gazze kandan hiç kurtulamayacak, diye mırıldanıyordu.