Şemdinli davasının sonuçlanması ile Petersburg’daki Beyaz Geceler çakışıyor. Guantanamo ile döviz krizini, Ankara’da kaybolan
Piton haberleriyle Said Nursi’nin kayıp cenazesini kucak kucağa tartışıyoruz. İyi de bunlara
bakan bir
uzaylı ne düşünecek, bu karmakarışık gündemin içinden nasıl bir mantık istihsal edecektir?
Bu olayları tek bir doğrultuya ve mantığa indirgemek ne kadar mümkün ve geçerli bir şeyse, tarihteki herhangi bir dönem için verdiğimiz katı yargılar da o kadar mümkün ve geçerlidir.
Fethullah Gülen hocaefendinin haklı olarak belirttiği gibi, biz gözümüzün önünde cereyan eden olaylar hakkında hüküm vermekte zorlanıyorken, geçmişteki olaylar hakkında nasıl bu kadar kesin ve toptan hükümler verebiliyoruz? Anlamak hakikaten kolay değil.
Geçmişte farklı
ülkelerde cereyan eden olayları birbiriyle alakalarını, sebep-sonuç ilişkilerini kurarak anlatmak ve belli bir mantığa göre açıklamak için
icat edilmiş yöntemlerden biridir “karşılaştırmalı tarih”. Bu suretle bir coğrafyada vuku bulmuş olaylar ile bir başka coğrafyadakiler arasında irtibat kurarak tarihin tek taraflı okutulmasının ve insanların birbirine düşman kesilmelerinin önüne geçilmek istenmekte, dolayısıyla bu yöntem halka halka genişletildiği zaman bir ‘küresel tarih’in sınırlarına dokunulmaktadır.
Mesela Rönesans hemen tamamen
Avrupa’ya özgü bir oluşum olarak anlatılır. Oysa burada kulağını birkaç kez çınlattığımız
İngiliz tarihçi Jerry Brotton’un çıkarttığı karşılaştırmalı zaman tablosuna baktığımızda durumun bildiğimizden epeyce karmaşık olduğu görülür. Beraber bir göz atalım isterseniz:
1450 Gutenberg matbaayı icat eder.
1453
İstanbul’un fethi.
1478 İspanya’da Engizisyon kurulur.
1481 Fatih’in ölümü.
1488 Ümit Burnu’nun bulunması.
1492 Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfi; Endülüs’ün yıkılışı.
1513
Portekiz Hürmüz adasını ele geçirir ve ertesi yıl Çin’e ulaşır.
1516 Yavuz’un Memluk seferiyle
Osmanlı da Hint Okyanusu’na ulaşır.
1521 Macellan Pasifik’i keşfeder.
1526 Kanuni, Mohaç zaferiyle Avrupa üzerine yürümeye devam eder.
1536 Kutsal Roma İmparatorluğu’na karşı Osmanlı-
Fransa ittifakı kurulur.
1543 Kopernik’in kitabı yayınlanır;
Sinan Şehzade Camii’ne
imza atar...
Gördüğünüz gibi bu bir oyun; hatta dans.
Tarihin dansı.
Eğer İstanbul’un fethiyle Engizisyon arasında yahut Portekiz’in Hint Okyanusu’na açılışı ile Yavuz’un
Suriye ve
Mısır seferleri arasında bir bağ görmüyorsanız, hatta Sinan’ın Kopernik’le eşzamanlı olarak
beyin hücrelerini öldürdüğünü bilmiyorsanız tarihi nasıl anlayacak, onun içindeki büyük ritmi nasıl kavrayacak ve bu çok yönlü ve çok katlı olayları bir büyük akış tablosuna nasıl yerleştireceksiniz?
Osmanlı tarihini dünyadaki gelişmelerden bağımsız düşünemezsiniz. Eski dünyanın tam göbeğinde bulunan bir ülke v
e devletin, çevresindeki dünyadan bir cerrah titizliğiyle kopartıldığı mevcut tarih yazıcılığından uzaklaşıp geçmişe daha bir ciddiyetle bakmakta büyük fayda var.
Mesela Fatih’in İstanbul’a davet ettiği Constanzo de Ferrara’nın “Oturan Kâtip” adlı resminde Doğu minyatürü etkisi bulunduğundan ve bu resme Behzat adlı İranlı bir nakkaşın bir başka resimle misilleme yaptığından haberdar mıyız? Üstelik de ‘Batılı’ Ferrara’nın resminde Doğu minyatürünün etkileri, ‘Doğulu’ Behzat’ın resminde ise Batı resminin etkileri ortadayken, yani İstanbul’un dünya kültür başkentliğine en ziyade yaklaştığı anlardan birinin Fatih’in dönemi olduğu bilinirken, Osmanlı’yı Rönesans’taki gelişmelerden kopuk, dünyadaki gelişmelere bigane bir tarzda ele almanın herhangi bir sağlıklı tarafı olabilir mi?
Aslında yukarıdaki zaman tablosunda es geçilen bir nokta vardı. “Osmanlı” denilince yalnızca devlet merkezli ve Müslümanların bilimsel, sanatsal ve
teknik başarıları anlaşılıyor. Oysa pekala biliyoruz ki, Osmanlı, pek çok milleti, dini ve mezhebi barındırıyordu bünyesinde. Peki bu ‘öteki’ adamlar hiç mi bir şey üretmediler? Veya ürettiyseler bu
üretim kimin hanesine yazılmalıdır? Osmanlı’dan başka bir ‘şey’ miydiler ki, onları ısrarla dışarıda tutuyoruz? Yoksa Osmanlı, Osmanlı sınırları içindeki her şeyi kapsamıyor muydu?
Biliyorum, sorularımla şu mesut
pazar gününde başınızı ağrıttım ama bu istifhamları samimiyetle göğüslememiz gerekiyor. Mesela Fatih’in İstanbul’un fikir hayatını canlandırma çabalarından bahsedilirken unutulan bir nokta var. Fatih bir yandan medreseler açarken, öbür yandan ciddi bir nüfusa sahip Rum gençlerinin de eğitimine önem vermiş, bu yüzden Patrik Gennadius’un
Bizans döneminde var olduğunu bildiğimiz “Pandidekterion” adlı akademiyi canlandırma teklifine olumlu bakmıştı. Bu akademinin başına, Bizans dönemi İstanbul’unun meşhur hocalarından Mathaeos Kamariotis getirilmiş ve burada, 1489 veya 1490’daki ölümüne kadar görev yapmıştı. Burada, Bizans zamanındaki akademide olduğu gibi, eski
Yunan edebiyatı, belagat ve Ortodoks ilahiyatı dersleri okutuluyordu.
Peki Fatih buna neden izin vermişti? Cevap gayet basit: Papalığın Rumları nüfuzu altına almasını engellemek için elbette!
Velhasıl, Fatih’in büyük İstanbul projesi (BİP), şimdilerde pek bir özendiğimiz Avrupa
Kültür Başkentliğinin çok ötesinde büyük bir hedefe kilitlenmişti: Dünya Başkentliği. Bunun için olanca nefesiyle bütün yelkenleri şişirmeye çalışmıştı. Nefesi bize kadar ulaşmıyorsa kabahat onun değil elbette.
MUSTAFA ARMAĞAN / ZAMAN-TURKUAZ