En zengin kul fakirliğini bilendir-Dinle

Bazı mahfillerde fakire "Ben Allah'tan zenginim. Benim Allah'ım var" sözünün izahı soruluyor.

En zengin kul fakirliğini bilendir-Dinle

Öncelikle ifade etmem gerekir ki bu sözü dalalet adına "Allah fakirdir" manasına ehl-i kitaptan bazıları söylemişti. (Bkz. Mâide Suresi, 5/64) Bunun dışında bu söz, bir de mutasavvıfinden bazıları tarafından şathiyyat şeklinde söylenmiştir ki, bunu diyenler kendi çaplarına göre ne kadar zengin de olsalar yine fakir, yine fakir, yine fakirdirler. Ancak kul, her şeyiyle Allah'ta fani olunca, O'na ait gına, servet ve her şey böyle birinin olur; böyle bir durumda bu bahtiyar kul, zenginlerden zengin sayılır. Çünkü insan, çapına göre ne olursa olsun artık Allah'a ait her şey onundur. Bir de bu söz, bir hâlin ifadesidir. Şöyle ki, vahdet-i vücudun İslam tasavvufundaki müdafilerinden Muhyiddin Arabi hazretleri vecd halinde bir gün şöyle der: "Ben, hatemü'l-evliya'yım. Benden sonra veli gelmeyecektir. (Muhyiddin Arabi hazretleri yedi asır evvel yaşamıştır. Bu mesele doğru olsa kendinden sonra şu ana kadar hiçbir velinin gelmemiş olmasını kabul etmek lazım gelir.) Ben velilerin, Resul-i Ekrem de peygamberlerin sonuncusudur. Allah, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile bilinmiştir. Şayet nokta, hattı parça parça etmeseydi, yani zulmet, nuranî ufukta arz-ı didar etmeseydi, zulmetsiz ziyadan ibaret olan Hz. Mevla-i Müteal'in irfanına erilemezdi" der ve Hatemü'l-enbiya, hatemü'l-evliyadan istifade eder, imasında bulunur. Güneşten parlak ışık var mıdır? Muhyiddin Arabi hazretleri bu sözleri, bir istiğrak ve kendinden geçmiş olma ruh haleti içinde söyler. O, kendi mir'at-ı ruhunda, Cenab-ı Hakk'ın mütecelli oluşunu o kadar parlak görür ki, kendisine çok uzak olan altı-yedi asır ötedeki Hz. Muhammed'in bütün devirlere neşrettiği nur, o anda vecd yaşayan onun mir'at-ı ruhunda duyduğu nura nispeten muvakkaten sönük gibi görünebilir ve hale mağlup olarak, o andaki durumu itibarıyla kendi nurunu Muhammed (aleyhisselatü vesselam)'in nurundan daha engin sanabilir. Bunu şöyle bir misalle açabiliriz: Bir insan düşünün ki, elinde ışık neşreden bir büyük projöktör vardır. O, bu projöktörle bütün atmosferini aydınlatır. Hatta o ziyadan başka hiçbir şey görmez. Hâlbuki yukarılarda, bu ışık onun aşr-ı mi'şarı (yüzde bir) dahi olamadığı bir güneş vardır. Şimdi o içinde bulunduğu ruh haleti itibarıyla elindeki ışığı, güneşten daha parlak sanabilir. İşte bu insan, bu hal içinde "elimdeki ışık güneşten daha parlaktır" dese bir manada yanlış söylemiş olmaz. Bir yönüyle, kurbiyeti itibariyle belki doğru da söylemiş sayılır. Fakat haddizatında mesele kendi ölçüleri içinde ele alınacak olursa güneşten bir parçacık ışık, onun milyon katından daha fazla parlaktır. İşte Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) de öyle bir güneştir. O'nun o parlaklardan parlak nuru, o esnada tecelligâh-ı ilahi altında mest ve sermest olan İbn Arabi'den çok uzak olması itibarıyla İbn Arabi o andaki mazhar ve muhat olduğu menbaı, yine hakikat-i Ahmediye nuruyla mukayese edince öyle bir iltibasa girmiş ve hale mağlup olarak, "Hatemü'l-enbiya, hatemü'l-evliyadan istifade eder." demiştir. Hâlbuki hatemü'l-enbiya olmasaydı, hatemü'l-evliya da, evvelü'l-evliya da olmazdı. Kulun, Allah karşısındaki durumuna da bir örnektir bu. Meselenin tasavvufta şöyle bir yanı da vardır: Bir zaman dinsizin biri, "İnsanlar Allah'ı yaratmıştır." demişti. Aynı şekilde bir sekir ehli farklı marifet ufkunu ifade adına bu tür bir söz söyler ki, bu türlü ifadeler onların tekerlemelerindendir, şatahattır, manevi sarhoşluk ve vecd halindeki sözlerindendir. Aklı başında bir insan, böyle bir söz söylerse dalalete düşer. Bunu biraz daha açacak olursak: Herkes mir'at-ı ruhuna göre bir Allah inanç ve irfanına sahiptir. Yeryüzünde insanlar olmasaydı Allah bilinmezdi. İnsanın irfan, iman ve izana ulaşması sayesinde Allah insan efkârında duyulur ve zevk edilir olmuştur. Esasen bu efkâr ve kalpler olmasaydı ve böyle bir idrak seviyesine ulaşmasaydı, zulmetsiz ziyanın bilinmemesi gibi Allah bilinmeyecekti. Öyleyse beşer, zıtsız, aksi, niddi ve zıddı olmayan bu nur karşısında siyah bir hat teşkil etmek suretiyle O'nun bilinmesine bir vesile olmuştur. Büyük veli Abdülkuddüs, en büyük kul Efendimiz'i anlatırken şöyle der: "Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün meratibi aşıp cennete vardı. Huriler kendisine perdedar oldu, gılmanlar adeta ayaklarının altına lü'lü ü mercan gibi saçıldı. Ancak o âlemin parlaklığı, güzelliği onun gözünü hiç mi hiç kamaştırmadı. Hakk'a vardı, döndü yine halka geldi. Vallahi ben Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vardığı makama varsaydım, asla geriye dönmezdim." Abdülkuddüs bu sözle, velayetle nübüvvet arasındaki inceliği bir veli olarak gayet dakik bir şekilde ifade eder. Peygamberin Hak ile halkı beraber tutma gibi iki büyük yönü vardır. İmam Rabbani de Hak ile halkı beraber tutmuştur. Büyük veli Muhyiddin Arabi ise sadece Hak mertebesinde kalmıştır. Onda "seyr ilallah" ve "seyr fillah" vardır; fakat "seyr minallah" yoktur. O, ömür boyu vahdet-i vücud neşvesiyle yaşamış ve Rabb'ine öyle yürümüştür. Her şeye rağmen bir mümin iltibasa açık bu türlü beyanlardan sakınıp, Zat-ı Ulûhiyet'e karşı her zaman saygılı olmalıdır. ÖZETLE 1- Bir kul, her şeyiyle Allah'ta fani olunca, O'na ait her şey böyle birinin olur; ve bu bahtiyar kul, zenginlerden zengin sayılır. Çünkü insan, çapına göre ne olursa olsun artık Allah'a ait her şey onundur. 2- Herkes mir'at-ı ruhuna göre bir Allah inanç ve irfanına sahiptir. Yeryüzünde insanlar olmasaydı Allah bilinmezdi. İnsanın irfan, iman ve izana ulaşması sayesinde Allah insan efkârında duyulur ve zevk edilir olmuştur. 3- Büyük veli Abdülkuddüs şöyle der: Allah Resûlü bütün mertebeleri aşıp cennete vardı. Hakk'a vardı, döndü yine halka geldi. Vallahi ben Hz. Muhammed'in vardığı makama varsaydım, asla geriye dönmezdim. [HAFTANIN DUASI] Allah'ım! Kalblerimizi muhabbet, mehafet, Sana ve yüce katındaki güzelliklere karşı şevk u iştiyak hisleriyle doldur. Bizi Habîbin Hazreti Muhammed Mustafa (sallalahü aleyhi vesellem) ve Ulu Zatına yakınlıkla payelendirdiğin kurbet kahramanlarının maiyyetiyle şereflendir. Fazlından ve rahmetinden dileniyoruz; takva ile serfiraz, seçkin ve hayırlı kullarınla beraber, firdevs cennetlerini, bizim de menzilimiz, makarrımız ve ikâmetgâhımız eyle! İnsana en çok yakışan kul olmaktır Bir insan için en önemli mesele kurbettir; yani, Allah'a yakın olmaktır. Allah'a yakınlık, cismin cisme yakınlığı değildir; o mânevî bir yakınlıktır. Bizim müteşâbihâta girmeme adına kullandığımız üslûb içinde, kurbet, kendi uzaklığımızı aşma demektir. Evet, O bize her şeyden, herkesten daha yakındır; gözsüz göremese, sağırlar duyamasa, hisleri, ihsasları işlemeyen mahrumlar anlayamasalar da O'ndan daha ayân, daha yakın kimse yoktur. O herkese herkesten daha yakındır; bir uzaklık sözkonusu ise, o insanlara aittir. İnsan fâni bir varlıktır ve ilah olamaz. Onun için en büyük mertebe kulluk mertebesidir. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en kudsi ve ulvi unvanı "abduhû ve resulühû" sözleriyle ifade edilmiyor mu? Evet O, evvela Allah'ın kulu, sonra da Resûlüdür. Bu itibarla da kulluk en büyük paye demektir ve insan ilah olmayı değil -zaten olamaz- Allah'a iyi bir kul olmayı arzu etmelidir. Ancak insan manevi terakki sayesinde bazen öyle bir noktaya ulaşır ki, orada kendini zevki ve hali olarak O'nu nur-u vücuduyla kuşatılmış görür de o tür iltibaslara düşebilir. Ne var ki, bu bir hal işidir ve asfiyanın makamına nispeten küçük ve düşük bir makamdır. İmam Rabbani bu makamı şöyle anlatır: "Ben, Fütuhat-ı Mekkiye sahibinin uğradığı vahdet-i vücud mertebesine uğradım. Biraz kaldım ve geçtim. Aslında orası dûn bir makamdı. Evet orası kâmil bir makam ve mertebe değildir. Fakat çok zevkli olduğu ve oraya erenler her an Hâlık'ın tecellileri içinde mest ve sermest bulundukları için bu ruhani zevkten vazgeçemeyip orada kalıyorlardı." Bu ara sıra, muvakkaten de olsa çoklar için söz konusu olan bir halet-i ruhiyedir. Her mümin, bunu kendi vicdanında hisseder, hisseder de bazen dünya ve mâfihâyı görmez. O'nunla baş başa kalır. O anda ona kılıç vursalar da ihtimal duymaz. Ehlullahta bu durum temadi eder ve oldukça uzun olur. Bu esasen O'na erme, fenafillah olma halidir; fakat yine de asfiya makamına nispeten dûn bir mertebedir. Tasavvufta, Hakk'a yükselme vetiresine "seyr ilallah", seyrini ikmal etme haline "seyr fillah", sonra dönüp halka avdete ise "seyr minallah" denir. İmam Gazali, İmam Rabbani ve son asrın müceddidi gibi müceddidler, nübüvvet gölgesinde bu en son mertebenin mazharıdırlar. [SÖZÜN ÖZÜ] Hayırlı ihtiyar, Allah yolunu ihtiyar edendir. O, kalbinin ziyası sayesinde sürçmeden yürüyen, imanının derecesine göre önündeki pek çok durağı uçarak geçmeye azmeden, dostların buluştukları diyara özlem ateşiyle yanıp tutuşan, Allah'ın rahmetine bağladığı ümidinin elmas kılıcıyla ye'sin bütün heykelciklerini parçalayan ve hep bir adım ötede bildiği ölüme tebessümlerle kucak açan, kabre gülerek koşan bir iman âbidesidir.
<< Önceki Haber En zengin kul fakirliğini bilendir-Dinle Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER