Eski “Büyük Doğu” ciltlerinin birinde “
Cumhuriyet” gazetesinden yapılmış o alıntıyı okurken kendi kendime, “O vakitler ‘Cumhuriyet’ gazetesi böyle ‘dinci’ yazılar da yazarmış demek!” diye düşündüm ister istemez. Bir de aradan geçen 80 küsur yılda
Kurtuluş Savaşı’nın muazzam bir propagandayla nasıl tek boyutlu, tek kişilikli ve tek eksenli hale getirildiğini hatırladım.
“Cumhuriyet”e göre
Sakarya Savaşı’nın planlarını yapıp stratejilerini belirleyen Fevzi Çakmak Paşa çarpışmaların en şiddetli anında ortalıktan kaybolmuştur. Onun aniden kayıplara karışması bütün komutanları telaşa düşürmüş ve onu aramaya başlamışlardır. Onun vurulması durumunda orduda başlayabilecek panik ve sarsıntı kaygısı herkesi sarmıştır.
Fevzi Paşa neredeydi? Siperlerde gezinen bu merakın kıvılcımı,
Yunan ordusunun kaçmaya başlamasıyla çözülebildi.
Mehmetçik düşman
siperlerini birer birer işgal ederken, Fevzi Paşa’nın en ön siperlerde bulunduğu haberleri geldi. Paşa, vurulmayı göze alarak savaşın bu kritik noktasında ön saflara atılmış ve karargâh çadırında savaşı uzaktan seyretmektense üstelik kimseye haber vermeden Mehmetçikle omuz omuza bulunmayı
tercih etmişti. Paşa,
-Evlatlar, artık son dakikalar geldi. Ya düşman siperlerini alacağız, ya hepimiz burada şehit olacağız!, diyor ve cebinde taşıdığı Kur’an-ı Kerim’i açarak top sesleri arasında ‘cehren’, yani yüksek sesle okumaya başlıyordu. Bunu gören mücahitlerimiz kendilerinden geçerek siperlerinden fırlıyor ve bir ateş topu gibi savaş meydanına dalıyorlardı. Sakarya Savaşı’nın dönüm noktası, Fevzi Paşa’nın bu gizli siper ziyaretiydi.
Nitekim
Mustafa Kemal Paşa da
Meclis’te yaptığı konuşmada Fevzi Paşa’yı övgülere boğacak, onun savaş meydanlarının hemen her noktasında gece ve gündüz hazır bulunduğunu ve pek isabetli ve değerli tedbirleriyle gönülleri ferahlattığını, askerin ‘maneviyatını yükseltecek nasihatları’nı vs. anlatacaktır.
Gerek 2.
İnönü, gerekse Sakarya Savaşı ve Büyük Taarruz’un planlarını çizmiş ve savaşı yönetmiş olan Fevzi Paşa’nın dürüst, tutarlı ve dinine bağlı bir şahsiyet olarak Cumhuriyet’in kuruluşunda da unutulmadığını görüyoruz. Onun adı artık Mareşal’dir ve 1944’e kadar
Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez
Genelkurmay Başkanı’dır.
Son yıllarında siyasete girmiş olan Fevzi Paşa, yorucu geçirdikten sonra 10
Nisan 1950 günü Teşvikiye
Sağlık Ocağı’nda son nefesini verdiğinde bütün Türkiye’yi ayaklandıracak ve cenazesi o yıllar için olağan dışı sayılacak birkaç yüz bin kişilik bir kalabalığı
İstanbul sokaklarına dökecekti.
Dökmekle kalsa iyi, 12 Nisan günkü muazzam cenaze töreni, son günlerini yaşamakta olan
CHP iktidarına ağır bir
darbe vuracak ve 14
Mayıs’ta İsmet Paşa’nın partisi ağır bir hezimete uğradığında “CHP’yi sandığa bir cenaze gömdü” sözü cemi cümlenin diline düşecekti.
Tam anlamıyla CHP’ye karşı
sivil bir ayaklanmaya dönüşen bu cenaze töreninin önemi, resmî ve askerî protokolün hiç uygulanamamasından gelir. Aslında ömrünün neredeyse 60 yılını askerlikte geçirmiş birinin sivillerce baş tacı edilmesi biraz tuhaftır. Lakin Mareşal, üzerinde üniforması olsa da olmasa da bu toprağın sesi olduğunu, halkın
inanç ve değerlerine sahip çıktığını, hatta salt varlığıyla bile onların en sağlam güvencesi olduğunu ispatlamıştır. DP listelerinden bağımsız
aday olduğunda paylaşılamamış ve tam 4 ilde birden aday gösterilmiş, hepsinde de seçilmişti.
Tabii hastalığında Cumhurbaşkanı İnönü’nün ziyaretine gelme teklifini geri çevirmesi, kamuoyunda şok etkisi uyandırmış ve kendisine olan hayranlığı adeta katmerlendirmişti. Tek parti devrinin koca Milli Şef’ini terslemesi Mareşal’in zaten büyük olan şöhretini perçinlemiş, vefatında radyoda inadına
müzik yayınının devam etmesi üzerine binlerce genci sokaklara dökmüştü. (Bu gençler arasında rahmetli Bekir Berk de vardır.) Gençler, Harbiye’deki İstanbul Radyoevi’nin önünde toplanmış, “Biz sizi affetsek dahi, tarih sizi affetmeyecektir.” diye slogan atmışlardı.
Yüz binlerin elleri, hatta parmakları üzerinde Teşvikiye’den
Eyüp Mezarlığı’na tam 7,5 saatte ulaşan cenaze, o yıllar için İstanbul sokaklarının duyulmasına pek de alışık olmadığı
tekbir sesleriyle, ilahilerle, Kur’an ve dualarla uğurlanmıştı. Bu manzarayı o günleri yaşayan sözde ‘ilerici’ muhabir Emir Karakuş’un dilinden aktaralım:
“Binlerce İstanbullu bir anda caddelere doldu.
İstanbul Üniversitesi Öğrenci Birliği’ne bağlı gençler tabutu eller üstünde taşımaya başladılar. Top arabası, kortej lafta kalmıştı. İşin sakıncalı olan noktası, bu kalabalığa birtakım gerici unsurların da karışmış olmasıydı. Bunlar “tekbir” getiriyor, “Allahü ekber, Allahü ekber” sesleri büyük bir uğultu halinde ortalığa dağılıyordu… “Allahümme salli ala seyyidina
Muhammed” sesleri yükseliyor, bunu dinsel ayinlerde söylenen
Arapça ilahiler izliyordu.”
O ‘gerici’ diye itilip kakılan unsurlar bu toprakların gerçek tutkunları ve Mareşal’in büyüklüğünü hakkıyla takdir edenlerden başkaları değildi. Onlar sesine hasret kaldıkları tekbirleriyle İstanbul sokaklarını çınlatırken ve dahi
Beyazıt Camii’ndeki namazın ardından cenazeyi omuzlayıp resmi törenden kaçırırken bir
mesaj uzatıyorlardı İnönü’nün masasına: Vaktiyle 2. İnönü Savaşı’nda seni yenilmekten kurtaran bu büyük adam,
demokrasi savaşında da elinden tutabilir. Yeter ki yüz binlerin sesine
kulak ver.
Bu sesi iyi duymayışının İnönü’nün ağır işitmesiyle bir alakası olduğunu düşünenler varsa hâlâ, bir tek şey söylenebilir: Bir cenaze kalkıyor Türkiye’den. Bilin bakalım kimin?
ZAMAN - PAZAR