Bu haftaki Kürsü: 'O’nun adıyla oturup kalkmak'

Bu haftanın cuma sohbeti...

Bu haftaki Kürsü: 'O’nun adıyla oturup kalkmak'

Selef-i salihîn arasında, ciddi şekilde, rekâike tevcih gayreti vardı; zühd mülahazasını yerleştirme, kalbin zümrüt tepelerinin eteklerinde dolaşma, sonra o zümrütten yamaçlara tırmanma ve nihayet o tepenin zirvelerine ulaşma; Üstad’ın yaklaşımıyla, insanları hayvaniyetten çıkarma, cismâniyetten kurtarma, kalb ve ruhun derece-i hayat seviyesine yükseltme gayreti vardı.

Hatta onlar arasında yaşayan öyle kalb, muhasebe, murakabe ve haşyet insanlarından bahsedilmektedir ki, ötelere ait bir mesele okurken korkudan kalpleri duruvermiştir. Mesela, Abdullah b. Vehb, kıyametin yüreklere ürperti salan sahnelerini okuduğu bir anda kalbi havf ve haşyetle dolmuş, hıçkırığa tutulmuş, kendinden geçmiş, kollarına girip evine götürdükleri zaman korkudan dolayı kalbinin durduğunu görmüşlerdi. Ebu Osman en-Nehdî, bayılana kadar namaz kılıyor, bazen okuduğu ayetlerin tesiriyle bayılıp düşüyordu. İnsanlar o kadar hüşyar ve yürekler de öyle titrekti.

İşte, namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin de, emr-i bi’lma’ruf, nehy-i ani’lmünkerin de kendilerine göre ayrı birer yeri vardır. Fakat ibadetin ruhu ihlassa, ibadet ü tâatın damarlarında dolaşan kan da zikirdir. Zikir, hem lisan, hem kalb, hem beden ve hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenab-ı Hakk’ı, bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kutsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâyla gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını okumak, O’nun rehberliğine sığınmak; kâinat kitabındaki âyât-ı tekvîniyesini mânâ-yı harfî ile mırıldanmak; acz u fakrı, dua ve münâcât lisanıyla ilân etmek… Evet, bunların hepsi lisana ait birer zikirdir.

Zikirle Coşan Gönüller

Ashâb-ı kiram ve selef-i sâlihin efendilerimiz zikrullahı, en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmemişlerdir. Hatta onlar, cihada giderken bile, öyle yüksek sesle Allah’ı (celle celâluhu) anıyor, O’nun esmâ-i ilâhiyesini, sıfât-ı sübhâniyesini zikrediyorlardı ki, -teşbih caizse- adeta bir mehter takımıyla cûşiş temin ediyor gibi, zikirle gönüller heyecanlanıyor, dört bir yanda yankılanan evrâd ü ezkâr sesleriyle öteler iştiyakı köpürüyordu insanların içinde. Gürül gürül Kur’an ve dua okuyor, avaz avaz Allah’ı (celle celâluhu) anıyorlardı. Onların bu halini gören Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Siz sesinizi duymayan, yakarışlarınızı işitmeyen birisine seslenmiyorsunuz; sesinizi indirin, kendinize biraz şefkat edin.” deme lüzumunu hissetmişti.

İstidrâdî olarak bir hususu arz ettikten sonra zikre devam etmek istiyorum: Merhum Şâtıbî, İ’tisâm’ında; gür sesle zikretme meselesini bid’at sayıyor. Zannediyorum, o dönemde pek çok bid’at yapılıyordu. Bu sebeple o da, bid’at saydığı şeylerin üzerine şiddetle gidiyordu. Cenâb-ı Hak Şâtıbî’yi Firdevs’iyle sevindirsin, zira o dine çok hizmet etmiş, bitevî beyin sancıları çekmiş, miras olarak kıymetli eserler bırakmıştır. Fakat muasırım olsaydı ben ona derdim ki, “A üstad, senin yaşadığın dönemde, Endülüs’te eyalet eyalet üstüne, künde künde üstüne yıkılıp gidiyordu. Orada zalim hükümdarlar, Müslümanları kılıçtan geçiriyordu. Ve sen Müslümanlar arasında İslâmî heyecan uyaracağına, bid’atlara kafanı taktın, hep onlarla uğraştın. O gün yapılması gerekli olan iş o değildi. İşte o gün, senin yaşadığın bölgede birliği temin etme, yüreklerde din gayretinin kor haline gelmiş ateşine güç verme çok öne çıkmıştı. O gün de Müslümanların hastalığı ihtilaf ve tefrika; fakr u zaruret ve cehaletti. Bunlara karşı mücadele vereceğine teferruat sayılabilecek meselelerle uğraştın.”

Eğer o mübarek zatın, Şâtıbî’nin ruhaniyeti benim söylediğim bu şeylerden rahatsız olduysa Allah (celle celâluhu) beni bağışlasın, Cenab-ı Hakk’ın binlerce mağfireti de onun üzerine olsun. Fakat kafama takılan, çoktan beri zihnimi meşgul eden bir meseleyi söylemiş oldum. Ben, onun İ’tisam adlı kitabına takıldığımda, o mesele de benim kafama takıldı. Evet, o devirde yazılacak şey başkaydı; o gün, insanlarda İslâmî heyecanı uyarmak, birlik ruhunu diriltmek, ilme ve eğitime önem vermek ve el ele İslâm dünyasının maddî-mânevî yükselmesine çalışmaktı. Ne var ki, öyle pek çok devirde olduğu gibi, aslı ve temeli dinde olan meselelerde teferruata ait şekillendirme mevzuuyla uğraşılmış ve dolayısıyla da çok şey ihmale uğramıştı.

Evet, belli dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, evde, sokakta, camide ve hatta harp meydanlarında Allah (celle celâluhu) anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil ediliyor ve Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatları yâd ediliyordu. Zikrullah, oruç tutarken de, zekât verirken de ihmal edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu… Bayram sabahları ovalar, obalar bir çağlayanın akışına benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de Kurban Bayramı’nda yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri ilan etme manasına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah, hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan gibiydi; bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı; bugün de onsuz olamaz. Çünkü biz ancak onun sayesinde, Allah’la (celle celâluhu) irtibatımızı kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terkedilmesi bizde ciddi bir zaaf meydana getirir. Allah’la (celle celâluhu) münasebetlerimizde bir gevşeme hâsıl eder, hafizanallah.
<< Önceki Haber Bu haftaki Kürsü: 'O’nun adıyla oturup kalkmak' Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER