Cumhurbaşkanı
Atatürk ile Baş
bakan İnönü'nün yolları 1937 yılının sonbaharında dramatik bir şekilde ayrıldı. Bu kopuş yıllar sonra farklı siyasî polemiklere yol açtı.
Güncel
politika, tarihsel geçmişi kendi uygun gördüğü şekilde yeniden kurar ve geçmişle günümüzü kendince tutarlı bir şekilde bağlamaya çalışır. Bunu yapabilmesi geçmişin ancak kendisi açısından uygun gördüğü kısmını ve geçmişi ancak uygun gördüğü oranda yansıtmasına bağlıdır. Sözünü ettiğim kopuş bunun somut örneğidir. Atatürk ile İnönü'nün ilişkilerini sorunsuz ve benzersiz gibi göstermeye çalışanlar açısından ayrılığın nedenini açıklamak çok güçtür. Genellikle geçiştirilmek istenir. Buna karşılık ileride İnönü'nün siyasî hasmı olacaklar için söylentiye açık hayli bereketli bir konudur. Şimdi
ayrılık nedenlerine gelelim.
Atatürk'ün hükûmet üzerindeki müdahaleleri
Nedenlerin ilki, Atatürk'ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla anayasal yetkisi olmamasına rağmen İnönü hükûmeti üzerindeki müdahaleleriydi.
Başbakan, kendisine sorulmadan, danışılmadan kabinesinde yapılan değişikliklere karşı öfkeliydi. Bir tarihte geceyarısı yapılan bir bakan değişikliği karşısında Cumhurbaşkanına çektiği telgrafta, “geceyarısı gaflet uykusundan uyandırılarak kabinesinde değişiklik yapılmak istendiği haberini alan bir başvekilin bu hususta ileri süreceği mütalaadan nasıl bir fikir selâmeti beklenebilir?” diye sorma gereğini hissetmişti! Başbakan olarak sorguya çekilmeye, kınanmaya tahammül göstermesi isteniyor; İnönü de buna karşı sert tutum alıyordu. Anılarında şöyle yazıyor: “Evvelce de Atatürk ile hükûmet başkanı olarak beni müteessir eden bir olay cereyan etmişti. Atatürk, vekillere sert muamele yapacak. Atatürk'ten bilhassa rica ettiğim, vekillerden hangisini istemiyorsa, itimadı yoksa söylesin. Vekile söyleriz. Hiç kimse kendi itimadına mazhar olmadığı halde vekâlette kalmak arzusunda değildir.
Emin olsun bundan. Bunu değiştirmek mümkündür. Yapmasın bunu. Bunu rica ettim kendisinden. Bu nokta üzerinde son derece kırılıyorum. Toplanıyoruz. Herhangi bir vekili istifaya mecbur etmek için sert muamele yapmak, onun için çok ağır bir muamele oluyor. Hükûmet olarak, başvekil olarak, benim için de çok üzüntü verici bir hadise oluyor.” Unutulmasın ki, Celâl Bayar'ın ekonomi bakanı olarak kabineye girişi, yine Atatürk'ün ısrarı üzerine ve İnönü'nün de pek de hevesle karşılamadığı bir başka örnek olarak bilinmektedir.
Dış politikadaki görüş ayrılıkları
İkinci neden,
dış politika konularındaki görüş farkıydı. Tam bu sırada imzalanan Nyon anlaşması, Türkiye'nin Akdeniz'de
İngiltere ve
Fransa ile yakınlaşması anlamına geliyordu. İtalya'ya karşı da sert bir yanıttı. Atatürk, kısaca ülkesinin yeniden İngiltere ile yakınlaşmasından yanaydı. Bu askerî birliktelik İtalya'ya karşıydı; buna karşılık başbakan
Sovyetler Birliği ile ilişkileri dengelemenin daha tedbirli bir politika olacağını düşünüyor ve ülkesinin bu hızlı rota değişiminden tedirgin oluyordu. Hele dış politikayı kendisi bir yana bırakılarak Atatürk'ün
Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüştü Aras ile doğrudan saptamasına da mesafeli yaklaşıyordu. Hele bir de
Hatay sorunu vardı ki, Atatürk'ün bütün ısrarlarına ve eleştirilerine rağmen, İnönü Fransızlarla görüşmelerin sonucunun beklenmesinden yanaydı. Hatay, o kadar da mühim bir mesele sayılamazdı; görüşmelerden olumlu bir sonucun alınması sabırla beklenmeliydi. Bu tutum Atatürk'ün düşündüğü şekilde zaman kaybı olarak görülmemeliydi; oysa Atatürk sabırsızdı; açıkça hükûmeti eleştiriyor, hatta askerî bir harekâtı dahi masanın üzerinde güçlü bir ihtimal olarak tutuyordu ki, İnönü anılarında buna kesinlikle kaşı çıktığını anlatmaktadır.
Devletçilik tartışmaları
Nihayet bir üçüncü ve çok temel bir anlaşmazlık konusu daha vardı ki, bu da devletçilikti. 1929 dünya
ekonomik bunalımı Türkiye'de de benzer pek çok örnek gibi devletçilik dönemini başlatmıştı. Diğer yandan, devletçiliğin niteliği ve tanımı, ne olduğu, bundan ne anlaşıldığı ya da anlaşılmak gerektiği, hiçbir zaman somut ve açık olarak tartışılmamıştı; uygulamada dönemden döneme, hatta bakandan bakana değişen farklılıklar dikkat
çekici olmakla birlikte, görmezden geliniyordu. İnönü'nün Recep Peker'le birlikt
e devletçiliği temel bir iktisat politikası olarak kabullenme eğilimi açıkça görülürken; Atatürk, hantal bir
bürokrasi çarkına dayanan ve verimlilikten çok uzak faaliyet gösteren bu eğilimi dizginlemeye çalışıyordu. Celâl Bayar'ın ekonomi bakanı olması aslında özel teşebbüs-devletçilik tartışmalarının göbeğinde Atatürk'ün Bayar'ı
tercih ettiğini açıkça göstermişti. 1932 yılındaki bu atamadan sonra devletçilik uygulaması hep dalgalı bir seyir izledi. Bir yanda Celâl Bayar ve ekibinin kurduğu
İş Bankası grubu, diğer yanda özel teşebbüsün her teşebbüsünü kuşkuyla izleyen İnönü'nün kadrosu hep çatıştılar. Celâl Bayar, bütün bu çatışmaların Atatürk'ün hakemliğinde çözüldüğünü ve onun hep kendisine
destek olduğunu anılarında özenle belirtir. Bayar'ın devletçilik anlayışı Atatürk tarafından da paylaşılıyordu. Devletçilik, ekonomik ve siyasal bir konjonktürün zorunlu ve kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı, onlara göre; ülkenin hızlı sanayileşmesinde manivela işlevi görecek, fakat daha sonra özel sektörün gelişmesi ve özellikle de özel
sermaye birikiminin gerçekleşmesiyle birlikte tarihsel misyonunu tamamlamış olacaktı. Oysa İnönü ve ekibi, devletçiliği yalnızca ekonomik politikada uygulanacak bir yöntem olarak görmüyordu; aksine siyasette de devletin önde gelebilmesinin baş koşulunun ekonomide devletin hâkim olmasından kaynaklandığını anlamış gibiydiler. Hatta sonraları solcu olarak tanınacak
Kadro dergisi de, büyük ölçüde İnönü'nün devletçilik anlayışını destekler gibiydi. Nitekim bizzat Başbakan “biz iktisadiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz” demişti. İnönü şunu soruyordu: “devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti sermayedarların faaliyetlerinden beklemeye sevk etmek, bu memleketin anlayacağı bir şey midir?” Kadro dergisinde yazdığı yazıda ise, İnönü, “iktisatta devletçilik siyaseti bana her şeyden evvel bir müdafaa vasıtası olarak kendi lüzumunu gösterdi.” “İktisatta devletçiliği biz inkişaf yolu takip edebilmek için bir müdafaa vasıtası ve bu sebeple bir azimet noktası, bir temel addetmeye mecbur bulunuyorduk.” “Memleketin muhtaç olduğu sanayi, teşkilâtı, vesaiti, devletin yardımcı nezareti ve hatta doğrudan doğruya teşebbüsü olmaksızın kurabilmeyi safdil olanlar düşünebilir.” “Benim kanaatimce bir işin efrada veya devlete ait olması o işin talep ettiği vesaitle ölçülmez. Meselenin bütün memlekete alâkası veya hususî menfaatlere terk edilebilmesi ihtimalidir ki, bu hususta karar vermeye esas olacaktır.” diyordu. Oysa Atatürk için devletçilik en kısa zamanda sona erdirilmesi gereken bir süreçti; bu sürecin sonunda devletin elinde toplanmış olan bütün
üretim araçları yeniden özel girişime devredilecek, yani ülkemizde son yıllardaki adıyla özelleştirilecekti.
İnönü Atatürk için ne diyor?
Eğer bu değerlendirmemin yeterince ikna edici olmadığını düşünüyorsanız; aradan uzun yıllar geçtikten sonra İnönü'nün bu konudaki görüşünü aktarmakla yetineyim: Atatürk “başından itibaren özel teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi tatbik etmiştir.” “Atatürk devletçi değildi; liberal ekonomiden yanaydı.” Bayar da herhalde nadir olarak İnönü'yü onaylıyor: “Atatürk tedricen dar devletçilikten beriye doğru geldi; İsmet Paşa olduğu yerde kaldı. Mesele budur.” Sonra daha açık bir şekilde “esasta” İnönü ile anlaşmazlık konusunu dile getirmektedir: “Bilhassa ekonomik hayatta devlet-fert münasebetleri, devletin
rehberlik hududu, hür teşebbüsün hak garantisi, vatandaşın
refah sınırının meşru emeğinin ulaşabileceği kadar genişliği, sosyal hakların sadece resmi hizmetlere münhasır kalmama görüşü, yaratıcı gücün devlet
adalet ve şefkatine mazhariyeti bahisleri…”
Kavgaya doğru
Atatürk'e ait Atatürk
Orman Çiftliği'nin hazineye bağışlanması talep ve önerisinin İnönü'den gelmesine karşılık Atatürk'ün isteksiz davranması; çiftlikte bulunan bira fabrikasının genişletilmesini istemesine karşılık İnönü'nün bu öneriyi reddetmesi; Atatürk'ün İnönü'nün gerekçelerini yakınlarına soruşturması ve bunun gibi günlük pek çok ayrıntı sayılabilecek gelişmelerin yarattığı tartışmalar, çekişmeler, çatışmalar nihayet
Eylül 1937
kavgasıyla sonuçlanacaktır. İnönü şöyle anlatıyor: “Bu kavgada haksızlık esasında Atatürk'ündü. Tatbikatta idaresizlik ve haksızlık ikimiz arasında bana düştü. Haksızlık ona aitti. Şunun için: Aramızda geçen bir devlet işini, ‘sonra görüşürüz' dedikten sonra,
akşam masada halletmek, yani gündüzden tasarladığı mülâhazaları ve sebepleri imposition şeklinde karar alarak tebliğ etmek ve bu vesile ile sevmediği birkaç vekili tahkir etmek istedi. Evvelâ sakin idim. Sükûnet ile geçiştirmek istedim. Halindeki
tecavüz manasının arttığını görünce, sabrım tükendi. Sonra şiddetle mukabele ettim.
Mukabelemin şiddeti onu sükûnete getirdi. Tasmim ettiği hâdiselerde haklı olmak için sebep toplamak kararına derhal başladı. Sükûnet... Tariz... Hafif
tahrik... Sonra Hatay ve Nyon meselelerini de söyledi.”
Ayrılığa götüren son kavga
İnönü ayrılık sahnesini de şöyle naklediyor: “Bir akşamüzeri sofrada kavga eder gibi bir münakaşa geçti. Ertesi gün Atatürk ile görüştük. Kendisinin bana söylediği şuydu: ‘Şimdiye kadar bin meselede bin defa kavga ettik. Akşam pek aleni oldu. Bir müddet çekilmen, istirahat etmen lâzım.' ‘Minnettar olurum sana' dedim. ‘Çok teşekkür ederim' dedim. Hakikaten kendime hâkim olamayacak bir vaziyet idi. Olabilir. Oluyor. Hepimizin hergün yanımızda bulunanlarla birlikte çalıştıklarımızla başına gelen bir mesele.” “Bin defa kavga ettik, ama hepsinde ikimiz baş başa idik. Yalnız bu sonuncusu vekiller heyeti önünde olmuştur. ”Neticede 20 Eylül'de İnönü'nün sağlık nedenleriyle izinli olarak başbakanlıktan geçici olarak ayrıldığı açıklandı. Bayar vekaleten başbakan olmuştu. Bir hafta sonra ise söylentilerin ayyuka çıkması üzerine bu ayrılığın kalıcı olduğu resmen doğrulanacaktır.
Cumhuriyet döneminin âdeta değişmez başbakanı sıfatını kazanan İsmet İnönü, bizzat Atatürk tarafından görevinden uzaklaştırılmıştı. Siyasete yeniden dönecektir; ama Cumhurbaşkanı olarak ve aradan bir yıldan uzun bir zaman geçtikten sonra.
Ayrılığın basındaki resmi yorumu
“Başvekil
Malatya mebusu İsmet İnönü'ye talep ve ricası üzerine Reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay
mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet vekâletine İktisat Vekili vekâleten Bayar
tayin edilmiştir.” (
Anadolu Ajansı: 21 Eylül 1937)
“Başvekilimiz bir buçuk ay mezun. Tahkikatımıza nazaran Başbakanın Reisicumhur nezdindeki bu istirhamına doktorların bu kadarlık bir istirahat fasılası için gösterdikleri lüzum âmil olmuştur. Başbakanın sıhhî vaziyetinde endişe olunacak hiçbir cihet yoktur. Mesele yeni ve mühim işlerin başlangıcı olan meclis içtima iptidalarına kadar Başbakanın istirahat eylemesinden ibaretir.” (Cumhuriyet: 21 Eylül 1937) “Muzır elemanların aleyhimize yapabilmeleri muhtemel spekülasyonlara meydan vermemek için son vaziyetin izahında matbuat teenni ile hareketi bir vazife bilmiş, hatta
İstanbul vilayetinin bir tebliğile Başvekâletteki tebeddüle dair birden bire curcuna şeklini alıveren neşriyata devamın caiz olmadığı bildirilmişti.” (Cumhuriyet: 28 Eylül 1937)
İnönü'nün günlüğünden ayrılık nedeni
İnönü, başbakanlıktan ayrıldıktan sonra günlüğüne şunları yazacaktır: “Son seneleri Atatürk'ün çok zor olmuştu. Gece
alkol tesiriyle alınan teşebbüsleri ertesi gün iptal etmek bir eski âdetimizdi. Son seneler[de] bu âdet kalkmaya başladı. Hele nihayete doğru, (1936-37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam ve takip etmeye başladı. Sıhhatinde ve alkolün tesiratında bu tebeddülü fark ettiğim andan itibaren korkum çok arttı.” Bayar ise bu değerlendirmeye hiçbir zaman katılmadığını açıklayacaktır.
İnönü Atatürk'le konuşmasını anlatıyor
İnönü, Atatürk ile trende geçen konuşmalarını günlüğüne şöyle not etmiş: “Ayrılmak kararı kısa oldu. Dil kongresi [tarih kongresi] için İstanbul'a giderken trende beraber bir
kahve içtik. ‘Ne olacak?' dedi. Ben evvelâ çok müteessirdim. Ağlayacak vaziyette idim. Gönlünü almayı istiyordum. ‘Çok muzdaribim' dedim. ‘Bilmiyorum nasıl oldu?' ‘Âlem önünde olmasaydı' dedi. ‘Ne düşünürsün?' dedi. Birden uyandım. Her zamanki gibi geçmiş veya geçecek hâdise addediyordum. Bu sual üzerine ayıldım. Teessürümü yendim. ‘Bir şey düşünmedim. Ne emrederseniz öyle yaparız.' dedim.
O: ‘Bir fasıla verelim'
Ben: ‘Hay hay... Size müteşekkir olurum.'
O: ‘Şekli'
Ben: ‘
Hastalık'
O: ‘Evvelâ izinle yapalım'
Ben: ‘Çok iyi... Kongreden evvel mi, sonra mı?'
O: ‘Nasıl istersen... Sofraya gidelim.'
Ben: ‘Çok yorgunum. Gidip yatayım.'
O: ‘Gizli tutalım. Kimi düşünürsün?'
Ben: ‘Mazur gör... Kimseyi söyleyemem.'
O: ‘Celâl Bayar!'
Ben: ‘Hakikaten bana iyi tesir etti' (İnönü'nün Hatıra Defteri'nden Sayfalar)
Atatürk Bayar'ı övüyor
YAKUP Kadri Karaosmanoğlu anılarında şöyle yazıyor: Atatürk “ne
vakit İş Bankası'ndan söz açtı ise, o bankanın bütün başarılarını Celâl Bey'in dirayetli sevk ve idaresine atfedici beyanlarda bulunmuştur. Hatta bir gün gelmiş, İş Bankası'nın kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle İstanbul'da
Ertuğrul yatında yapılan bir törende, bize Celâl Bayar'ı göstererek, ‘Bilesiniz ki, Mahmut Celâl Beyefendi Türkiye'nin en büyük iktisatçısıdır' demiş ve her birimizin kalkıp onu ayrı ayrı
tebrik etmemizi istemişti.”
Atatürk Bayar'a yol gösteriyor
Bayar'ın ekonomi bakanlığına atanmasından hemen sonra Atatürk şöyle demişti: “Millî iktisat yolunda emin olarak ve
emniyet vererek kat'i ve radikal adımlar atarken, esas programımızın ilham ettiği ameli tedbirleri tercih etmek en doğru yoldur.” “Muvaffakiyetiniz için benimle beraber bütün arkadaşlarımızın ve yurttaşlarımın maddî ve manevî her türlü vasıtalarla yardımcınız olduğunu düşünerek müsterihane ve muvaffakiyetten emin olarak radikal surette çalışınız efendim.”
CEMİL KOÇAK - STAR