İnsan bir yolcudur. Ruhlar âleminden başlayan yolculuğu, anne karnına, dünyaya, çocukluk dönemine,
gençlik çağına, yaşlılık zamanına, kabir ve derken
cennet veya cehenneme kadar devam eden bir yolculuktur. Acaba insan, bu yolculuğunun ne derece farkındadır?
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V) bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar: "Dünya ile benim ne alakam var. Ben, dünyada bir
ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim." (Tirmizi, Zühd 44) Dünya nedir? İnsan fâni ve geçici olan şeylere karşı nasıl bir durum ayarlaması yapmalıdır? Hem insan, bu dünyaya niçin gelmiştir ve nereye gitmektedir?
İşte felsefenin en birinci mevzuları ve haklarında asırlardır söz söylenen mevzular görüldüğü gibi,
Allah Resûlü tarafından bu ifadelerle çok veciz şekilde açıklığa kavuşturulmaktadır. İbn Ömer rivayet ediyor: "Dünyada garip gibi yaşa veya bir yolcu gibi ol. Kendini (ölmeden önce) kabir ehlinden say!" (Tirmizi, Zühd, 25) Şu üç cümlelik söz, dünya ve
ahiret dengesini koruyup kollamada söylenebilecek sözlerin en vecizi, en manalısı... İnsan, zaten dünyada gariptir.
Mevlânâ'nın ifadesiyle "insan, kamıştan koparılmış bir ney gibidir. Gerçek sahibinden uzaklaştığından dolayı da hep inlemektedir. Onun bu iniltisi, bütün bir hayat boyu devam eder."
KENDİNİ HESABA ÇEK
Bir hadis-i şerifte Peygamber
Efendimiz (S.A.V) en büyük
mahkemede hesaba çekilmeden önce dünyadayken sık sık nefsi sorgulamayı akıllılık ve müminlik emaresi olarak zikretmiş;
Hazreti Ömer Efendimiz (ra) de Allah Resûlü'nden işittiği bu hakikati farklı bir üslupla seslendirerek şöyle buyurmuştur:
"Ahirette hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin. Ötede amelleriniz tartılmadan önce burada kendiniz tartın. En büyük arz ve mahkeme için şimdiden gerekli hazırlıklarınızı yapın. Bilin ki, o gün huzura alındığınızda size ait hiçbir şey gizli kalmayacak ve bütün sırlarınız bir bir sayılıp dökülecektir." Allah'a ve ahiret gününe inanan bir insan, yanlışları ve doğruları, hataları ve isabetli tavırları, kaybettikleri ve kazandıkları açısından her gün bir kere daha nefsiyle yüzleşmelidir.
Ancak bunu kötülük ve fenalıklarını deşeleyip kendini aşağılamak suretiyle yapmamalı; aksine, nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, onu "rasyonel, insaflı ve uzman" bir hekimin hastasını muayene etmesi edasıyla sorgulamalıdır. Ve netice itibarıyla kendisinin bu dünyada kalıcı değil bir yolcu olduğunu aklından çıkarmamalıdır.
SEN BİR YOLCUSUN UNUTMA
İnsan bir yolcudur. Ruhlar âleminden başlayan yolculuğu, anne karnına, dünyaya, çocukluk dönemine, gençlik çağına, yaşlılık zamanına, kabir ve derken cennet veya cehenneme kadar devam eden bir yolculuktur. Ama acaba insan, bu yolculuğunun ne derece farkındadır?
Eğer o, daima kendini bir yolcu gibi görse, yürüyüşünü zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak olan dünyanın çeşitli güzelliklerine takılıp sendelemeden yürüyüp gidecektir. İnsan kendini kabir ehlinden saymadıktan sonra, yani eskilerin; "Ölmeden evvel ölünüz" diye anlatmaya çalıştıkları hususu, fiil ve yaşantıya dökmedikten sonra, şeytanın
hile ve tuzaklarından bütünüyle korunması, kurtulması mümkün değildir. Evet, insan nefsaniyet, cismaniyet itibarıyla ölmelidir ki vicdan ve ruh itibarıyla dirilmiş olsun. Zaten her şeyi cesede bağlayanlar, cesetlerinin altında kalıp ezilmiş olan zavallılar değil mi?
Ebu Hanife Hazretleri, Allah'ın varlığını nasıl ispatladı?
İmam-ı Azam Ebu Hanife daha
küçük bir çocukken, yaşadığı
Bağdat şehrine inançsız bir adam gelmişti. Adam kendine çok güveniyordu. "Kim bana Allah'ın varlığını ispat edebilir?" diye sordu. Oradakiler İmam-ı Azam'ı gösterdiler. İnançsız adam küçümseyen bakışlarıyla şöyle bir süzdü küçük bilgini ve dedi ki; "Hadi bakalım ispatlasın da görelim." Büyük bir meraklı kitlesi toplanmıştı etrafında. Bu sırada İmam-ı Azam:
- Benim kitaplarım evde kaldı. Gidip onları getireyim önce, diyerek ayrıldı. İmam-ı Azam uzun bir süre gelmedi. Ama herkes bu işin içinde bir gariplik olduğunu da seziyordu. Çünkü İmam-ı Azam dosdoğru bir insandır. Yalan söylemez ve sözünde durur. Gelmeyecekse mutlaka söyler, ya da haber gönderir, diye düşündüler. Böylece bir hayli zaman geçtikten sonra çıkıp geldi küçük bilgin.
İnançsız adam İmam-ı Azam'a sordu:
- Nerede kaldın? Yoksa Allah'ın varlığını ispatlayamam diye mi korktun?
İmam-ı Azam gayet rahat ve soğukkanlılıkla
cevap verdi:
-
Hayır, böyle bir korkum yok. Çünkü Allah'ın varlığını ispatlamak çok kolay bir konudur. Ancak benim gecikmemin bir sebebi var. Benim evim karşı kıyıda. Biliyorsunuz, Bağdat'ın ortasından kocaman bir ırmak akar. Karşıya geçtikten sonra büyük bir sel ve
fırtına çıktı. Tekrar dönmek için ne bir sandal, ne bir
köprü kaldı.
İnançsız adam sordu:
- Peki, şimdi nasıl geçip geldin?
İmam-ı Azam cevap verdi:
HER SANATIN BİR SANATKARI VARDIR
- İşte ben de onu anlatacağım. Geldim kıyıya, birde baktım ki, kocaman taşlar kıyıdan yuvarlanıp atladı ırmağın içine. Üst üste atlayan taşlardan köprü ayakları meydana geldi. Bu arada havada kendi kendine uçan uzun tahtalar bu ayakların üzerine örtüldü. Arkasından çiviler yine havada uçuşarak kurşun gibi saplanıp tahtaları ayaklara tutturdular. O sırada kıyıdaki
toprak ayağımın altından kayarak bu tahtaların üstünü kapattı.
Büyük ve rahat bir yol gibi, kocaman bir köprü meydana geldi. Ben de üzerinden yürüyüp geçtim ve geldim. Herkes şaşkınlıkla bu sözleri dinlerken, inançsız adam dedi ki:
- Karşıma küçük bir bilgin diye akılsız bir çocuk mu çıkardınız? Bir yığın saçma ile uğraşacak vaktim yok benim. Bu çocuk koskoca bir köprünün kendi kendine oluştuğunu anlatıyor. Hiç yapan, çalışan olmadan köprü oluşur mu?
Bunun üzerine İmam-ı Azam, adama bakmış ve şöyle konuşmuş:
- Peki, bir köprü mü daha sanatlı ve büyüktür, yoksa dünya mı?
- Elbette dünya çok daha büyük ve sanatlıdır.
- Öyle ise dünyaya göre çok daha küçük ve sanatsız olan bir köprünün kendi kendine olamayacağını söylüyorsun da, bu muhteşem dünyanın nasıl kendi kendine oluştuğunu söyleyebiliyorsun? Köprüyü bir yapan vardır, ustasız olmaz, diyorsun. Peki, bu dünyayı yaratan, yapan birisi olması gerekmez mi?
Kumar oynamak haram mı?
Kumar, fert ve
toplum hayatında derin yaralar açan ve dinimiz tarafından haram kılınan bir
kazanç yoludur. (Bkz. Maide, 5/90) Kumar yüzünden nice aileler sönmüş, nice servetler yok olup gitmiştir. Geride kalan çocuklar perişan olmuş, sağlık, afiyet ve huzur yerini bunalımlar, çeşitli bağımlılıklara bırakmıştır.
"Bir kereden bir şey olmaz" diye başlayan her günah gibi
kumar da oynayanı kısa sürede bağımlı haline getirmektedir. Kaybettiğini zorla geri almak için işlenen
cinayetler, kaybedileni telafi etmek için yapılan
hırsızlıklar, düşülen kötü yollar ise bu işin cabasıdır.
Kumar, insana Yaratıcı'sını unutturan, ibadetten alıkoyan, tembelliğe sürükleyen, insanlar arasına düşmanlık saçan bir yoldur. Kul haklarının ihlali olan kumarın özendirilmesi toplumun temel yapısını giderek çökertmektedir. Geceler boyu kumar masalarından ayrılamayan, rüyalarında bile sayıklayan insanlar bu yolda sıhhatlerini, servetlerini, ahlâklarını ve vakitlerini kaybederek giderek insanlıktan uzaklaşmaktadırlar.
Kumarda hayır yoktur
Kumarda kazanılan ve kaybedilen her kuruşta yetimin, yoksulun, çaresizin, zorda kalmışın, hastaların hakları vardır. Kazanılan kesinlikle haramdır ve hayır işlerinde kullanılması mümkün değildir. Çünkü eskilerin ifadesiyle hela süpürgesiyle cami temizlenmez.
Bir anda zengin olmak duygusu zenginlere karşı haset duygusunu da
tahrik ettiğinden kişinin haline razı olabilmesi giderek imkânsızlaşır. Her günahta olduğu gibi kumar da beraberinde
içki, hırs, hırsızlık, yalan, cinayet, zina gibi günahları getirir. O yüzden kumardan ve kumar ortamlarından uzak durulmalı, meşru eğlence ve kazanç yollarına gidilmelidir.
Kazancının bir kısmını ihtiyaç sahiplerine dağıt
Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyuruyor: "Ey ademoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka vermen senin için hayırlıdır. Eğer vermeyip elinde tutarsan, senin için kötüdür. Yeterli miktarda mala sahip olmaktan dolayı Allah katında sorumlu tutulmazsın. Harcamaya, bakmakla yükümlü olduklarından başla." (Riyazü's- Salihin, Erkam Yayınları)
Hadisin verdiği mesajlar
1) Malının ve servetinin ihtiyaçtan fazla olanını infak etmek en büyük hayırlardandır.
2) Mal ve serveti elde tutup hakkını vermemek ve cimrilik göstermek günahtır.
3) Bir müminin, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılayacak miktarda malı biriktirip elde tutmada bir mahzur yoktur.
Ali
İhsan Er - BUGÜN