Onun kadar farklı okumalara elverişli bir metin bulmak kolay olmasa gerek. Kendi devrindeki olayların bir tür
aynası olarak da sökebilirsiniz hecelerini, zamanı bulamaç yaparak getirdiği eleştiriler olarak da.
Bazı bölümleri o devrin malum şahsiyet veya olay kadroları üzerine kurulmuştur ama o devir battığından, olay veya şahıslar da hafızalarımızda giderek silikleştiğinden, karınlarındaki anlamı söküp çıkarmak pek zahmetsiz bir işlem olmuyor tabiatıyla.
Velhasıl,
emek gerektirir Akif’i okumak. Tabii fazlasıyla değer. Zahmetinizi ödülsüz bırakmayacak kadar değerli taşlarla döşelidir çünkü “Safahat”ın yolları.
Hele “Âsım”... O bambaşka.
Değerli ağabeyim
Beşir Ayvazoğlu Kapı Yayınları’ndan çıkan “1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi” adlı usta işi arkeolojik kazısında bize bir fotoğrafın peşinden giderek yakın tarihimizin edebî ve kültürel enkazı
altında gülümseyen resmi uzatıyor. “Âsım”la başlayan hazin bir hikâye bu.
Umutların enkazı. Ama aynı zamanda iki devrin birbirinin içine geçmesinden hasıl olan muazzam çatırtının Akif’in neslini nasıl hem tematik, hem de coğrafi ve zamansal bir savrulmaya mahkûm ettiğini öz bir şekilde sunuyor kitap.
1924, bir imparatorluğun bir ulus-devlete dönüşme sürecinin başlangıcı. Evet daha önce
TBMM kurulmuş, saltanat kaldırılmış, cumhuriyete geçilmiştir. Ancak
toplum şuur ve hayatına yansıyan değişikliklerin başlangıcı neredeyse tamamen 1924 yılına dayanır. Hilafetin ilgası,
Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkarılması, medreselerin kapatılması, yeni anayasanın kabulü, muhalefeti temsil etmek üzere kurulan Terakkiperver Fırka’nın kurulmasıyla kapatılması bir olan ömrü, Said
Nursi’nin Van’da Erek Dağı’na çekilmesi... Bütün bu hadiseler arasında ferahlatıcı bir haber, Akif’ten beklenen “Âsım” kitabının yayınıdır.
Ancak devrin dağdağası içinde “Âsım”ın biraz zamanını şaşırdığı bile söylenebilir. Tam bir tasfiyenin başladığı yılda eskiyle yeninin buluşacağı ‘bir başka inkılab’ın mümkün olduğunu açıklayan bu ilginç kitabı haklı olarak “Kuğunun son şarkısı” diye nitelendirmişti Süleyman Nazif. Osmanlı’nın batarken semaya bıraktığı en güzel şarkıydı o. Akif bir yanardağa dönen dimağından fışkıran mısraları, çelik kalemiyle milletinin mermerden mamul tarih cephesine kazırken, o kalemden akan
mübarek sıvıyla yalnız Türkçenin değil, dünya edebiyatının da en büyük şaheserlerinden birinin yazılmakta olduğunu acaba sezebilmiş midir?
Ne yazık ki, “Âsım”ın talihsizlik yakasını bırakmamış ve hâlâ yeterince anlaşılamamıştır. Aslında, geçmişi değil, geleceği anlatır Akif; Beşir Ayvazoğlu’nun dikkat çektiği gibi, ideal neslin temsilcisi olarak gördüğü Asım’ı anahtar gibi kullanarak bir “gelecek projesi” çizer. Daha doğrusu alternatif bir “kurtuluş reçetesi”.
İyi ama biz daha önce kurtulmamış mıydık?
İstiklal Savaşı’nda düşmanı
İzmir’den denize dökmemiş, yurdu düşmandan temizlememiş miydik? Yoksa
Çanakkale’de süper güçleri durdurarak işgali önlemek yeterli olmamış mıydı? İşte Akif bütün bunların bir son değil, bir başlangıç olduğunu anlatmak için yazmıştı “Âsım”ı.
Barut ve kan kokusunun yerini kitap kokusu, şehit ve gazilerin yerini çantası elinde, bilgi pınarından kana kana içmeye hazırlanan yeni bir nesil almalıydı: “Âsım’ın nesli” buydu.
Çanakkale zaferini, İstiklal Savaşı’nı kazanan bu altın nesil, şimdi yeni bir göreve talip olmalıydı. Onlar bilginin, eğitimin, cehaletle ve fakirlikle savaşın Çanakkale’sini başaracaktır şimdi. Ve ancak bu başarılırsa Çanakkale gerçekten ve nihai olarak kazanılmış olacaktır. Genç nesli kırgın gibi biçen Çanakkale’lerin bir daha yaşanmaması için “bu Çanakkale”nin kazanılması şarttır.
Lakin Akif’in ideal neslin timsali saydığı Âsım askerden dönünce bir tuhaf olmuştur. Sokakta gördüğü sarhoşları pataklamakta, mübarek
Ramazan günü sigarasının dumanını yüzüne üfleyenleri tokatlamakta, kumarbazları alenen tehdit etmektedir. Hatta hızını alamayıp memleketteki bozuk işlerin düzeltilmesini alıştığı kaba kuvvet mantığıyla çözmeye kararlıdır. Vurarak, kırarak, hatta
darbe yaparak işlerin düzeleceğine inanmıştır.
Babası, Âkif’e Âsım’ı şikayet eder. “Senin aptal” der, “daha bir hayli çılgın bularak Bâbıâli’yi basmayı kurmuş.” Bâbıâli’yi, yani Başbakanlığı basarak işi tepeden halletmeye karar vermiştir. Ablası mani olmaya çalışmaktadır ama ne yapacağı hiç belli olmaz bu “deli”nin. Bakarsın hem basar, hem de asar baştakileri! Ona ne yapıp edip mani olunmalıdır. Babanın sözü geçmiyordur. Akif’ten
yardım ister. Âsım’ı doğru yola getirmek ona düşmektedir.
Nihayet millî şairimiz, Âsım’ı bir kenara çeker. Dinî ve bilimsel bilgilerin beraber okutulacağı yeni bir medrese kurup “nesli tehzib” ve “i’lâ ile”, yani
terbiye edip yükseltmekle meşgul olması gerektiğini söyler. Kendisi de inkılap istemektedir ama hükümeti devirmekle, adam asıp kesmekle yapılacak bir inkılap değildir o. Bilgiyle ahlakı kaynaştıracak, bütünleştirecek uzun vadeli (kendisi “20 yıl ister” diyor) bir inkılaptır. Onun için Âsım,
Avrupa’ya gidip fen diyarından sızan sonsuz pınarı hem içecek, hem de yurda getirecektir.
Asım ve nesli, böylece İttihatçıların bu ülkeye en büyük kötülükleri olan
darbeci zihniyetten uzaklaşmalı ve ülkenin geleceğini
sabun köpükleri üzerine değil, sağlam temeller üzerine kurmanın
gönüllü fedaileri olmalıdırlar. (Muhtemelen Âsım, 1916’da bir hükümet darbesine hazırlanan Teşkilat-ı Mahsusa’dan Yakup Cemil ve arkadaşlarının etkisindedir.)
İşte hazırlanmış,
Berlin’e, tahsile gitmektedir Çanakkale kahramanı Âsım. Şairimiz şu umut dolu mısralarla yolcular onu:
İnkılabın yolu mademki, bu yoldur yalınız,
“Nerdesin hey gidi Berlin?” diyerek yollanınız.
Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...
Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!
Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;
Bir gün evvel gidiniz, bir saat önce dönünüz.
Şark’ın âgûşu açıktır o zaman işte size;
O zaman varmanın imkânı olur gâyenize.
Eşref Edip, Akif’in “Âsım”ın devamını yazmayı planladığını ancak gerçekleştiremediğini söyler.
Anadolu’da ‘lafın tamamı deliye söylenir’ derler. Bence yazmış yazacağını. O tohumlar bugün bitmekte. Hem yalnız Berlin’de mi?..
MUSTAFA ARMAĞAN - Zaman Pazar