Yıldız Sarayı Küçük Mabeyn Dairesi’nin beyaz yağlıboya kapısı önünde
Esad Toptanî Paşa’nın Arnavut lehçesiyle çınlattığı bu kelimeler, 8-10 saniye süren bir sessizlik darbesiyle kesilmişti. Artık gözler konuşuyordu.
Abdülhamid, yalnız konuşan şahsa değil, Bahriye Feriki Arif Hikmet Paşa’ya,
Ermeni Aram Efendi’ye,
Yahudi Emanuel Karasso’ya da bakmış ve gayet metin bir eda ile “Hal’ etti demek istediniz herhalde. Pekala gösterilen sebep ne?” diye eklemişti. Bunun üzerine Arif Hikmet Paşa’nın tahttan indirme
fetvasını açıp okuduğu görüldü.
Ne saçmalıklar sayılmıyordu ki? Dinî kitapları yasaklatıp yaktırdığından tutun da gençleri öldürttüğüne kadar yığınla zırva. Peki iddialar bu kadar kesin delillere dayanıyor idiyse hükmü neden muğlak bırakmışlar ve ağızlarında gevelemişlerdi? Çünkü Şeyhülislam
Ziyaeddin Efendi bu iddiaların hukuken ispatlanamayacağını biliyor ve fetva vermeye yanaşmıyordu. Ancak bu şekilde her anlama çekilecek bir fetvayı verebilir ve İttihatçıların ellerinden yakayı kurtarabilirdi.
Abdülhamid, fetvada hal için kesin bir karar olmadığını, bu kararı hangi makamın verdiğini öğrenmek istedi. “
Meclis-i Millî” denildi. Güya milletin meclisinde alınmıştı karar ama kimsenin aleyhte konuşulmasına fırsat bırakılmadığı gibi, kabul oyu için elini kaldırmayan birkaç kişi olduğu görülünce
Talat Paşa o meşhur sert bakışıyla onları “ikna” edivermişti(?) Yalnız bir tek
itiraz sesi duyulmuştu. Uzun beyaz sakalı titreye titreye ve nemli gözlerini etrafta gezdirerek “Yazıktır, günahtır” diye söylenen bu kişi, ayan azasından Yorgiadis Efendi’dir. Tabii etraftan “Alçak,
hain, mürteci!” naraları yükselmekte gecikmeyecektir.
Abdülhamid’in ağzından “33 sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Hâkimim
Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah’tır. Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış
toprak vermedim. Ne çare ki, düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular.” sözleri döküldü Küçük Mabeyn’e.
Abdülhamid’in en zoruna giden şey de, halifeye dinî fetvayı tebliğ edecek
heyete bir Ermeni ile bir Yahudi’nin dahil edilmiş olmasıydı. Esad Paşa, sonradan
Balkan Savaşı’nda İttihatçılara
ihanet edecek, anlı şanlı Mason üstadı Emanuel Karasso ise tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını yiyerek, girdiği ihalelerden kazandığı
deve yükü parayla savaş sonunda
İtalya’ya sıvışacaktır.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından
Albay Hüsamettin Ertürk’ün “İki Devrin Perde Arkası” (1964) adlı hatıralarında Abdülhamid’in 1909 yılında
Selanik sürgününde Debreli Zünnün adlı bir dostuna şöyle dediğini aktarmaktadır: “Göreceksiniz yüzbaşım! İttihatçılar Turancılık gayretiyle hem
Rusya, hem de
İngiltere ile bir savaşa girerlerse Allah göstermesin
Osmanlı’nın parçalandığına şahit olacağız. İnşaallah böyle bir güç gösterisine girmezler.” Ertürk, sonraki olaylara bakınca “1909’da bu konuşmayı yapan Abdülhamid’e, uzakları gören bir hükümdar demeyip ne diyeceğiz?” diye soruyor haklı olarak.
Cevabımız yok. Var aslında ama nerede?
Yıldız
Yağması’na uzanalım ve oradan bir ibret kıvılcımı çaktırmaya çalışalım. Tam bir “Han-ı Yağma”dır yaşanan. (Tabirin nereden geldiğini biliyorsunuz değil mi? Eskiden zengin ağalar yılda bir gün aileleriyle birlikte evlerini terk eder ve hanelerini yağmaya açarlarmış. O gün
halk eve hücum eder, iğneden ipliğe ne bulursa alırmış. Fikret de ünlü “Han-ı Yağma” şiirini bu olay üzerine yazmıştır.)
O gün saraydan kim ne bulursa almış, hatta Abdülhamid’in kötü günler için havuzun altına yaptırdığı gizli hazinenin kapısı kırılarak içine girilmiş ve o muazzam servet, Meclise dahi haber verilmeden birilerince iç edilmişti. Yeni bir çağ açtıklarını söyleyen İttihatçıların bu adi yağmadan ne kadar para götürdükleri hiçbir zaman belirlenemedi. Teşkilat-ı Mahsusacı Hüsamettin Ertürk, fakat, der, bu servet onlara da yar olmadı. Parlayan
ocak söndü, hepsi çil yavrusu gibi dağıldılar. Kimisi uzak diyarlarda Ermeni kurşunlarıyla, kimisi yurdun içinde karıştıkları
İzmir suikasti mahkemesi sonunda darağacında can verdiler.
Sözde binlerce insanın katili ‘
Kızıl Sultan’ın sarayındaki hazineleri yağmaya dalanların aklına neden sonra bir sayım yaptırmak geldi ve bu göreve romancı
Halit Ziya Uşaklıgil’in de içinde bulunduğu bir heyeti memur ettiler. İşte o kan dökmekten zevk alan ve keyf içinde yaşadığı söylenen
sultanın sarayında görülen ibretlik
manzara. Halit Ziya, anlatıyor. Çıt çıkarmadan dinliyoruz:
“İlk şaşırmak ilk adımda başladı diyorum. Daire-i hususiye bu mu idi? Bütün Abdülhamid siyasetinin mihveri şu basık tavanlı loş köşeciklerden ve onun içi tıklım tıklım kâğıt desteleriyle dolu dolaplarından ibaret miydi? Methalden sonra hemen ilk karanlık odada bir divan gösterdiler. Bu, Abdülhamid’in istirahat yeriydi. Belki de yatağı… Zaten daire-i hususiyede en basit şeklinde bile bir
yatak odası görmedik. …Bir kenarda içinde yumurta yenmiş sahanı ile bir tepsi, gene onun hususi eğlence yerini teşkil eden marangozhaneyi gördükten sonra
küçük mabeyn namiyle anılan daireye geçtik.”
Sarayın en yakınında bulunmuş tanıklardan
Salih Münir [
Çorlu] Paşa’nın kardeşi Münir Sirer, 1955’te Resimli
Tarih Mecmuası’na yazdığı bir yazıda Halit Ziya’nın gördüğü yatağı bizim için tabir caizse biraz daha ‘zumluyor’. İçimizi cız ettiren o ses: “Fakat tuhafı şu ki, Abdülhamid’in yattığı odadaki karyola, en âdi
hastanelerde kullanılan cinsindendi.”
Sarayda binlerce kadınla beraber zevk, sefahat ve şatafat içinde yaşadığı zannedilen Abdülhamid’in yatak odasını bir türlü bulamayan acar heyet şaşırmış ve en sonunda buldukları yatağın da en adi hastanelerde kullanılan karyolalardan biri olduğunu görünce tam anlamıyla şoke olmuşlardı.
İşte hadise budur sevgili dostlar. “Abdülhamid’in büyüklüğü nerede yatıyor?” diye soranlara, başka bir şeyi değil, saraydaki o yumurta sahanı ile o adi hastane karyolasını gösteriyorum.
MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN PAZAR